Caner Canerik / 16.04.2006
AB Sürecinde “Buçuk millet” Çingeneler / Avrupa Birliği Sürecinde Çingeneler
Türkiye' de özellikle Avrupa Birliği sürecinin getirdiği değişimlerle paralel olarak bir çok konu ele alınmaya, bir çok tabu yıkılmaya başlandı. Kürt, Ermeni meselesi, siyasal İslam, kültürel haklar, azınlıklar, yerel lehçelerle yayın yapılması gibi onlarcasını sayabileceğimiz ve Türkiye' nin bir dönem "kırmızı çizgileri" arasında gösterilen, dokunanı konuşanı yakan meseleler artık daha rahat bir şekilde tartışılmaya başlandı. Ülkeyi kuran "asli unsur" olarak tanımlanan ve yasalarla da herkesin "Türk" sayıldığı bir ülkede, tek dil, tek millet ve tek devlet gibi faşizan bir yaklaşımın yıllar yılı baskı ve şiddet politikasıyla soldurtmaya çalıştığı Anadolu'nun etnik renkleri yavaş- yavaş canlanmaya ve ortaya çıkmaya başladı. Elbette ki, yok sayılan, yok edilmeye çalışılan Anadolu halklarının; yıllarca inkar edilmesinden, şiddetli bir asimilasyon politikasına maruz bırakılmasına, sevmek yada terk etmek arasında tercihe zorlandığı, anasından öğrendiği dili değil konuşması, bu dilde yapılan herhangi bir müziği dinlemesinin bile yasaklandığı ve suç sayılıp cezalandırıldığı bir ülkede etnik azınlıkların kendilerini ifade etmeye başlamaları elbette ki tüm Anadolu coğrafyası için önemli bir gelişmedir. Türkiye'nin en çok başını ağrıtan �yada devletin en çok başını ağrıttığı- halklar olan Rumlar bu gün "müzelik" sayılabilecek bir miktarda kaldı. Ermeniler her ne kadar sayıca onlardan fazla olsalar da, özellikle diasporadaki Ermenilerin büyük başarıyla yürüttükleri kampanyalar tek dil, tek millet ve tek devlet ülküsünü hedefleyen egemen düşüncenin başını ağrıtmaya devam ediyor. Kürtlerin PKK öncülüğünde yürüttükleri silahlı mücadele ise uzun bir suskunluğun ardından tekrar başladı. Her ne kadar PKK ve Kürtler demokratik kanallardan mücadele yürütme istemlerini dile getirmiş olsalar da, farklılığı kabul etmeyen ve resmi olarak onları hala yok sayan egemen anlayış bu başını ağrıtan sorunla daha uzun yıllar mücadele ekmeye gönüllü gibi gözüküyor. Sayıları 2 bin kadar kalan Rumların dışında, Ermeniler her ne kadar sayı olarak bir güç oluşturamasalar da sayıları on milyonları bulan ve sadece HADEP'in sahip olduğu 4.5 milyonluk bir oy potansileyini dikkate alarak ifade edersek 20-25 milyonluk bir Kürt kitlesi tek dil ve millet ülküsünü yıkmaya aday büyük bir güç olarak meydanda dururken, Anayasa da adları geçen tek etnik azınlık olan Çingeneler, haklarında resmi yada bilimsel olarak hemen hiçbir şey bilinmese de, bu gün ileride daha da ayrıntılandıracağım üzere ikinci adımı atmış oldular. Hakkında yapılan araştırmalar çok yetersiz de olsa, Türkiye'de nüfus olarak azımsanmayacak bir oranı oluşturan, kendilerini Türk ve Müslüman yada Alevi, Hristiyan olarak tanımlasalar da çingeneler yüzlerce yıldır tüm bu resmi görüşlerine rağmen Çingeneler çingeneliklerinden hiçbir şey kaybetmediler. Kültürel ve etnik kimlik olarak kendilerini her zaman için korumayı başardılar. Elbette ki bu çoğu zaman onların iradesi dışında gerçekleşen olayların da büyük bir katkısıyla gerçekleşti.
Roman mı Çingene mi?
Çingene ve bu halk üzerine araştırma yapan insanların ortak bir mekanda buluştukları, tartıştıkları ortamlarda; dile getirilen konuların ve en çok hararetle tartışılan konuların başında Roman-Çingene tartışması geliyor. Marmara Üniversitesi öğretim üyesi ve İstanbul Romanlarının kurduğu ROMANİST derneği yönetim kurulu üyesi Aydın Elbasan, bu gün çingene kelimesinin Türkiye�de yıpratıldığını, bir çok kötü anlamda kullanıldığını ve insanların artık bu isimle adlandırılmak istenmediğini belirterek kendilerine Roman denmesini dernekler adına talep ettiklerini tüm çingene sivil toplum kuruluşları adına deklere etti. Elbasan�ın dikkat çektiği husus aslında bir dönem Lazların fıkralarda aptal-salak gösterilmesi, Ermeniliğin cinayet işletebilen bir küfür, Rumluğun dinsizlik yada Kürtleri tanımlamakta kullanılan Kıro kelimesinin devlet destekli büyük propagandalarla insanların kendi etnik kökenlerinden utanç duymalarına yol açan sürecin yansımalarından başka bir şey değildi. Çingene kelimesi de, Türkiye'de küfür ve hakaret olarak kullandırılıyordu ve nitekim istenilen sonucu vermişti. İnsanlar, hak etmedikleri şekilde tanınmaktan duydukları rahatsızlığı ortadan kaldıramayınca, ellerinde kendilerini ifade edecek imkanları olmayınca basit bir yola yöneldiler ve isimlerini değiştirme yolunu seçtiler. Her ne kadar kolaycı bir yaklaşım olarak gözükse de, bu Türkiye'de onlar kendilerini ifade edecek ortamı bulamadıktan ya da yaratamadıktan sonra netice itibariyle sonuç alabilecekleri bir yol olmadığı için onları yine de zorlayacak gibi gözüküyor. En büyük zorluk ise Türkiye toplumunda, bir Kürdün Laz fıkrası anlatması, Lazların Kürtlerle dalga geçmesi yada çingenelerin, Alevilerin, Ezidilerin türlü nedenlerle kötü gösterilmesi, dalga geçilmesi, aşağılanmaları gibi, yüzeysel olarak bakılınca her ne kadar masum gözükse de toplumun her tarafına yaydırılan gizli ırkçılığın da en somut göstergelerinden birisi duruyor karşılarında. Türkiye'de çingenelerin bir çoğu kendilerini farklı etnik kimliklere sahip kişiler olarak tanımlıyorlar. Nasıl ki, Zaza Kürt tartışması bir dönem "dışarıdan bakan bir insan" için çok fazla anlamlı gelmiyor ve hepsini komple Kürt olarak tanımlıyorduysa, bu gün çingeneler de kendilerini alt kimlikler ve hatta farklı etnik kimliklere sahip kişiler olarak tanımlıyorlar. Biz ise dışardan baktıkça hepsine Çingene yada Amerika Birleşik Devletleri�nden aşırma değimle "Esmer Vatandaş" gibi ilginç bir tanımlama yapılıyor ve biz hepsini aynı kategoriye sokuyoruz. Son yıllarda ise çingene yerine moda olduğu üzere çingene yerine ise Roman kelimesi kullanılmaya başlandı. Bu kelimeyi kullanmaya yönelmelerinin en bilinen nedeni kuşkusuz ki, o kaçmak istedikleri, aşağılandıkları, hakir görüldükleri, hırsız, fuhuş yapan, uyuşturucu satan kişiler olarak görülmek istenmemeleri farklı olduklarını, bu kelimeye yüklenen sıfatları hak etmediklerini vurgulamak için en basit yolla isim değiştirerek çingene yerine Roman kelimesine sığınmaktan başka bir şey değil.
Kendisiyle barışık, meslek sahibi değim yerindeyse biraz mürekkep yalamış olanlar hangi sıfat kullanılırsa kullanılsın bundan herhangi bir rahatsızlık duymadıklarını açıkça vurguluyorlar. Ancak, kendi içine kapanık yaşayan, gelir düzeyi, yaşam standardı, çalışma koşulları gibi bütün yaşantısında Türkiye'nin en kötü durumuna sahip olan Çingeneler, ısrarla Çingene kelimesinden kaçıyor ve oldukça sert tepkiler gösteriyorlar. Buna karşı sosyal çevresinde çingenelerden başka insan olanlar Irkçılık boyutunda elbette ki değil ama göğüslerini gere-gere Çingene olduklarını açıkça belirtiyorlar. Bu, kelimeyi küfür olarak algılayan-algılatılmış insanların kolayca anlayabilecekleri bir şey olmamakla birlikte onlar için adları ve soyadları kadar çok doğal bir olgu. Bu tartışılan iki terimin dışında Türkiye'de yaşayan çingeneler "Poşe, Mıtrip, Beyzade, Karaçi, Elekçi, Kıpti, Arabacı ve Esmer Vatandaş, Asık" olarak da tanımlanıyorlar.
Buçuk millet mi, en ari ırk mı?
Anadolu'da oldukça bilinen ve dünya üzerinde yaşayan halkları tanımlamak için kullanılan "72.5 millet" (Yetmiş iki buçuk millet) cümlesinde rivayet odur ki, buçuk millet olarak tanımlanan grup çingenelerdir. Bu, bir anlamda farkında olunmadan aşağılamak için, bilinç altlarında yatan gizli bir ırkçılığın en somut göstergelerinden birisi olurken, insan merkezli bir inanç olan Aleviler, bu felsefelerine en önemli referanslardan birisi olarak "73 Millet" tanımlaması yapmalarını gösteriyorlar. Bu bir anlamda; onların etnik kökenleri her ne olursa olsun, insanları bir bütün olarak ele aldıklarını, herhangi bir ayrım yapmadıklarının göstergesi. Elbette ki, Türkiye'de azınlık konumunda olan ve günden güne asimilasyonda eritilen Alevi kitlesinin bu tanımlaması çingeneler için yeterli olmuyor. Toplumun önemli bir bölümü tarafından hala "buçuk millet" olarak tanımlanmaya ve yeryüzünden silinmeye devam ediliyorlar. 1936 Yılında Hitler'in Nasyonel Sosyalist Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte yürütülen Faşist kampanyalarda Yahudilerle birlikte, "buçuk millet" olan Çingeneler de hedef alındı. Hitler'in ordusu, gittiği her ülkede ari ırktan olmadığını kabul ettikleri Çingeneleri öldürerek yok etme yolunu seçti. 1939 ve 1945 Yılları arasında süren 2. Dünya Savaşı sırasında öldürülen çingeneler için Ukrayna'da bir anıt yaptırma uğraşında olan Volomodir Zolotarenko, Yahudilerin ekonomik olarak güçlü olmalarından ötürü seslerini dünyaya duyurabildiklerini, kendilerinin ise bir anıt yaptırmak için dahi uzun süredir para toplamalarına rağmen yeterli miktara ulaşamadıklarından yakınıyor. Zolotarenko, Çingenelere karşı yürütülen soykırım politikası nedeniyle savaş bölgelerinde yaşayan çingenelerin yüzde 80'inin öldürüldüklerini iddia ediyor.
Türkiye'nin çingeneler konusunda en saygın araştırmacılarından birisi olarak kabul edilen �kendisini bu alanda faaliyet gösteren ender çingenelerden birisi olarak tanımlayan - Yazar Mustafa Aksu, Zolotarenko'nun dile getirdiği, çingenelerin büyük kayıp vermelerine neden olan "ari ırk" meselesine faşistleri çok kızdıracak oldukça farklı bir perspektif kazandırıyor. Aksu'ya göre, ari ırk yaratma peşinde koşan Faşistler, farkında olmadan dünyanın en ari ırkını yok ediyorlardı. Elbette ki, Aksu bu cümlesinin hemen ardından faşistlerle ayrıştığı noktayı açıklama ihtiyacı duyuyor. Çingenelerin ari olması yada olmamasının kendisi açısından hiçbir öneminin olmadığını, bunun övünülebilecek, bu etnik yapıyı diğer etnik gruplardan üstün gösterecek bir özellik olmadığını vurguluyor. Kısacası, tezata dikkat çekmek için böyle bir örnekleme yoluna gitmek zorunda kaldığını belirtiyor. Aksu'nun dikkat çektiği ve çingenelerin Ari olarak kalmasının nedeni elbette ki kendilerinin ari bir ırk peşinde koşmaları, kendilerine dış dünyayı kapatmaları değil, tam aksine dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, farklı etnik ve dinsel gurupların çingeneleri dışlamalarından kaynaklanıyor. Bu yazı içerisinde elbette ki, çingenelerin dışlanmalarının nedenlerini daha ayrıntılı olarak görebileceksiniz. Ama Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı�nın geçtiğimiz yıllarda yayınladığı ve "Çingenelerin de Müslüman oldukları, onlarla evlilik yapılabileceği" yönündeki belki masumane olarak hazırlanmış olan fetva, bir anlamda onların ari olarak kalmalarının nedenlerinden de birisini gözler önüne seriyordu. Sosyal etmenlerin yanında; çingenelerin gerek ekonomik nedenler, gerekse yaşam tarzları gereği kentlerin içlerine girmemeleri -yada alınmamaları-, sürekli hareket halinde olmaları, yerleşik bir yaşam modelini benimsememeleri, Türk ve Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, bunun "gereğini yerine getirmelerine" kendi kültürel değerlerinden vazgeçmemeleri ve kimliklerini Türk-Müslüman gibi hakim etnik kimlik ve dini benimsemeleri Çingeneliklerinden vazgeç(e) memelerinin, ari olarak kalmalarında en büyük nedeni oluşturuyor. Aslında bu gün yaşadıkları sıkıntıların temel kaynak noktası da, çingenelerin kendi yaşam tarzlarında ısrar etmeleri ve her şeye rağmen mutluluğu tercih etmeleri. Ulaşılabilir Yaşam Derneği UYD'nin Türkiye'nin çeşitli illerinde yaptığı dokümanter film çalışmasında yaşlı bir kadın aç-susuz kalsalar da her şeye rağmen aynı yaşantıyı sürdürmek isteyeceklerini, bundan vazgeçemeyeceklerini belirtiyordu. Bu hepsinin olmazsa da önemli bir bölümünün kendi tercihi ve özünde dışardan o pek de beğenilmeyen yaşantılarını sürdürmekten oldukça memnun olduklarının açık bir itirafıydı. Bir kişinin söylemiş olduğu bu cümle, Çingene kamuoyunda kendisine oldukça destek buldu. Görüştüğümüz Çingeneler türlü nedenlerle aç yada susuz kalsalar da en azından aşağılanmadıkları bir dünyada var olmalarının kendilerine yettiğinin altını kalın-kalın çizdiler.
2- T.C. Anayasası�nda adı geçen tek azınlık çingenelerdir
Tüm var olan etnik azınlıkları reddeden ve "Türk ırkı" temeli üzerine şekillendirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden bu yana "gayri-müslüm" olarak tanımlanan ve Lozan Anlaşmasının bir maddesi olduğu için kabul etmiş olduğu azınlıklar dışında, Türkiye�de yaşayan yaklaşık 36 farklı etnik kimliğin hiç birisini varlığını kabul etmemiştir. 80 Yıllık süre içerisinde 29 kez ayaklanmış olan ve bugün en önemli sorun olarak karşımızda duran yaklaşık 20-25 milyonluk bir kitleyi direkt ilgilendiren Kürt sorununa ismi dahi yeni- yeni ve gayri resmi ifadelerde konulmaya başlandığına dikkat edilirse sayıca küçük olan ve Osmanlı İmparatorluğu�ndan bu güne farklı zamanlarda sistemin gazabına uğramış, kısmen asimile edilmiş halkların, devlete karşı suskunluğunun nedenini anlayabiliriz. Son yıllarda Avrupa Birliği'ne yönelik yapılan düzenlemelerde Kürtçe yayın yapılması ciddi bir sansür ve zaman darlığıyla göstermelik olarak yapılsa da, bu gün devletin gizli raporları haricinde Kürtlere yada Türkiye'deki diğer etnik-dinsel azınlık adları hiçbir resmi belgede geçmemektedir. Bununla birlikte Çingeneler bu Türkiye Cumhuriyeti'nin temel yasa kitabında kendilerine yer bulabilmiş olmaları ilginç bir ironi yaratmaktadır. Bu gün çingenelerin adlarının yer aldığı Anayasa hükmünün ırkçı bir boyutunun olduğu hemen her kesim tarafından kabul edilse ve madde içerisinden kaldırılacağı söylense de, Çingenelerin Anayasa içerisinde yer almasının nedenini, sistem perspektifinden bakarsak anlamak pek olanaklı değil. Olanaklı değil; çünkü Türk devleti, tek ırk yapılanmasını bozacak, bu ülküye zarar verecek tüm etnisiteleri yok saymış ve üzerlerinde yoğun bir asimilasyon politikası yürütmüştür. Yıllardır katliamlara maruz kalan ve hala en öncelikli tehlike olarak gösterilen Kürtler ve Aleviler buna en somut iki örnek olarak gösterilebilir. Ama bu, sistemin çingeneler konusunda kendi içerisinde çeliştiği gerçeğini değiştirmiyor. Bir yandan sosyal hukuk devleti, Cumhuriyet, Demokrasi gibi kavramlara bolca yer veren sistem, öte yandan bir etnik azınlığı arsızca hala uygulanan yasa maddeleri içerisinde tutabilmektedir. Çingenelerin hiç değilse biz Kürtlere göre daha "şanslı" oldukları, resmen tanındıkları anlamına gelen, onlara "Anayasal Meşruiyet" kazandıran; 14 Haziran 1934 Tarihinde çıkartılan 2510 Sayılı İskan Kanunu�nun 4. Maddesi. Bu madde, Nazi Almanyasındaki "Yahudiler ve Köpek giremez!" tabelalarının asıldığı mekanlara belirli ırktan insanların girişinin engellenmesi yada Irkçılığın hüküm sürdüğü dönemdeki Güney Afrika Cumhuriyeti yada ABD gibi ülkelerde, siyahların bazı bölgelere sadece siyah oldukları için girmesinin engellenmesi gibi, "Türk ırkından olmayan �. ". Türk kültürüne bağlı olmayan; Anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar". (ve devam ediyor) Türkiye'ye muhacir olarak giremezler" ifadesi. Türkiye, bir yandan çingeneleri, Türk kültürüne bağlı olmadıkları için muhacir olarak kabul etmezken, öte yandan tek ırk ülküsüyle çelişir bir şekilde, içeride yada dünyanın herhangi bir yerinde çingenelerin varlığını kabul ediyor. Bu yazıyı okuyan birilerine fazla abartı olarak gelmiş olabilir fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temel felsefesinde, Türkiye'de bulunan -elbette ki yok sayılan- azınlıkların dışarıda da olamayacağıdır. Nitekim, yıllar yılı Irak, İran ve Suriye�de yaşayan Kürtleri bile iç korku nedeniyle Kürt olarak tanımlamayan devletin, içeride 2-2.5 milyon civarında oldukları söylenen çingene gerçeğini herhangi bir nedenle de olsa kabul etmesi, en azından yıllardır yok sayılmış bir halkın bireyi olarak bize, devletin yaptığı inanılmayacak derecede büyük bir hata olarak gözükmektedir.
Tozlu raflar ne içindir?
Yasa her ne kadar 1934 tarihli olsa ve tozlu raflarda unutulduğu düşünülse de 1989 Yılında Jivkov rejiminden kaçan Türklerle birlikte Türkiye'ye göç etmek isteyen çingeneler bu yasaya dayanılarak geri çevriliyor ve devlet ırkçı bir yaklaşımı çingenelere karşı sergilemekten geri durmuyor olması, devletin işine geldiği takdirde bir takım eski yasaları hatırladığı ve kendisine hukuki dayanak yaptığı gerçeğini bir kez daha göstermektedir. Nitekim Rum azınlığa ait kilise vakıf binalarına 1970�li yıllardan itibaren el konulmasında da 1936 Tarihinde çıkartılan bir yasa hukuki dayanak olarak gösterilmiştir.
Çingenelerin adları gösterilerek hedef alındıkları ve kamusal alana girişlerinin resmen engellendiği yasa maddelerinden bir diğeri ise Polisin disiplinine, merasim ve topluluklardaki rolüne ve Polis Karakolları teşkilatı ile Vazifeye dair talimatnamenin 134. Maddesinin 5. bendinde esaslı �mesleği olmayan çingeneler� hükmü ırkçı bir yaklaşımla korunuyor.
Türkiye'nin İçişleri Bakanı olan Kürt kökenli Abdülkadir Aksu, 2002 Tarihinde Nüfus müdürlüklerine gönderdiği 782-700/13848 tarihli genelge ile vatandaşlığa alınacakların dilenci ve çingeneler ile ilişkilerinin olup olmadığına dair sıkı bir araştırma yapılması talimatını veriyordu. Bunun anlamı, casuslarla, anarşistlerle bir tutulan Türk ırkından ve Türk Kültüründen gelmeyen çingenelerin dilencilerle de bir tutuldukları ve T.C. Yurttaşı olmalarının engellendiğinin bir göstergesi. Her üç maddeyi bir araya getirdiğimizde, 1930'lu yıllarda başlatılan ırkçı uygulamaların; her ne kadar ırkçı olmadığını beyan eden kavmiyetçi bir yapıyı savunan AKP iktidarının da Müslüman olan kişilerin çingene etnik kimliğine sahip olmaları durumunda vatandaşlığa kabul etmediğini ortaya seriyor. Elbette ki bu gün artık tüm dünyada bir suç olarak kabul edilen ırkçılık, ırkçılığa karşı uluslar arası anlaşmaların altına imza atmış olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından bizzat sürdürülüyor. Muhafazakar yapısıyla bilinen bir İnsan Hakları Örgütü olan MAZLUM-DER Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Halim Yılmaz "ayıp" olarak tanımladığı bu cümlelerin yasalardan çıkartılması için 2003 Yılında meclisteki tüm milletvekillerine mektup gönderdiklerini ve her fırsatta konuyu hatırlattıklarını dile getirmiş olmalarına rağmen aradan geçen 3 yılda tüm vaadlere rağmen değişikliklerin yapılmamış olmasının kabul edilemez olduğunu belirtiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görev yapan ve Mustafa Aksu�nun isim vermeyerek "Akl-ı Evvel" olarak tanımladığı bir vekilin ise Nazi rejiminde bile yapılmayan bir şeyi yapmaya giriştiğini ve "Çingene" yerine "Roman" kelimesinin resmen kabul edilmesini istediğini belirtiyor. Aksu, kendisini "Çingene" olarak tanımlarken, "Roman" olarak tanımlayanlara da saygı duyduğunu, insanların kendilerini istedikleri şekilde tanımlama haklarının bulunduğuna dikkat çekerek büyük bir şaşkınlık içerisinde, bir yasayla, bir halkın adının nasıl değiştirilebileceğini soruyor. Bu cüretin nasıl yapılabildiğini anlamaya çalışsa da, işin içerisinden çıkamadığını ve kabul edilmez bir yaklaşım olduğunu belirtirken, sözcüklerin bu olayı aktarmada yetersiz kalacağını belirterek, "sözde" çingeneler lehine yapılmak istenilen bu değişiklik konusunu kapatmayı seçiyor.
Türkiye'de Meclisin el attığı ve kökten resmi bir ad değiştirme operasyonu yapılırken Alman Etnolog Rudiger Benninghaus, Avrupa'da yaşayan çingenelerin de Çingenelikten kurtulmak ve roman olabilmek için büyük çaba sarf ettiklerine dikkat çekiyor. Benninghaus, Avrupa'da yaşayan bir çok kişinin Kilise kayıtlarından yola çıkarak geçmişini araştırmaya giriştiğinde atalarının "Çingene" çıkmasının önemli bir bölümü üzerinde yıkıcı bir etki yarattığını belirtirken, Sosyolog Suat Kolukırık sorunun bir anlamda küreselleşmeyle paralel olarak yıkıcı etkisini günden güne arttırdığını belirtiyor.
Rum diye yollanan çingeneler
Türkiye'nin birkaç defa karşılıklı anlaşmalarla, birkaç defa da şiddet uygulayarak (Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs Meselesi v.s. gerekçelerle) Anadolu'dan çıkarttığı Ortodoks Yunanlılarla birlikte önemli oranda çingenenin de Yunanistan'a yollandığı iddia edildi. Türkiye'de özellikle Hacı Hüsrev civarında yaşayan Ortodoks Çingenelerin özellikle 1922 ve 1930 yılında yapılan mübadele döneminde Yunanistan'a gönderildiğini söyleyen Yunanlı Sosyolog Yiannis Georgiou, bu kişilerin, dünyanın her tarafına yayılan Çingenelerin yaptıkları gibi bu gün kendilerini Yunan olarak tanımladıklarını ve ülkenin genel kültürünün bir parçası olarak gördüklerini söylüyor. Georgiou, Türkiye'den göç etmiş olsalar bile Yunanistan'da herhangi bir uyumsuzluk yaşamadıklarını, İstanbul Çingeneleriyle aralarında bariz kültürel farklılıkların geliştiğini belirtirken, dünyanın hemen her ülkesinde var olan çingenelerin tek bir kültürü olduğunun iddia edilemeyeceğini söylüyor. Türkiye'den Rum diye göçertilen Çingenelerin önemli bir bölümünün Atina'ya yerleştiğini belirten Yiannis Georgiou, kimliklerin korunmasında entegrasyonun önemli olduğunu iddia ederek, kendi dil ve kültürlerini koruyarak çingenelerin bulundukları ülkelerde entegrasyonlarının sağlanması durumunda kültürel yozlaşmanın önüne geçilebileceğini, Çingenelerin ırkçı ayrımcılığa maruz kalmayacağını iddia ediyor.
En yoksul halk
Türkiye'de çingene semtlerinde yaşayan insanların yaşam standartlarının birbirlerine yakın olduğunu, bu bağlamda Meryem Tuna ve Zekâvet Nuran Oğuz ile birlikte Mart 2006 tarihinde tamamladıkları"Menemen Çingenelerinin Sosyo-Kültürel Özellikleri" adlı araştırmalarının emsal teşkil edebileceğini belirten Dr. Suat Kolukırık, küreselleşmenin getirdiği yoksulluğun çingeneleri tehdit eden en önemli neden olduğunu belirtti. Kolukırık, Avrupa Birliği sürecinde saha araştırması yapılmadan hiçbir çözüm önerisinin gerçekçi olmadığını da belirtirken S. Demirel Üniversitesi sosyoloji bölüm akademisyenlerinin yaptıkları araştırmanın çarpıcı sonuçlarını bizimle paylaştı. İşte araştırmadan çarpıcı başlıklar.
Çocuk yaşta evlilik
Çingenelerde evlilik oranı oldukça yüksek. Yüzde 87.1 oranında insan evli olduğunu beyan ederken 2.9 boşanmış olduğunu beyan ediyor. Kızların yüzde 48.6 'sı 16 ve altı yaşlarda evlendirilirken, yüzde 24.6'sı "evde kalmış sendromu kız" sendromu yaşadığı 16 ile 18 yaşın altında evleniyorlar. Araştırmada; Erkeklerde de evlilik yaş ortalaması paralellik gösterirken askere giden Çingene çocuklarının eş ve çocuklarını ailelerinin yanına bıraktıkları ortaya çıkıyor. Yüzde 54'lük bir kesim "konuşarak" evlendiğini beyan ederken, üçte birlik bir oranın görücü usulüyle, 11.4'ü ise "kaçarak"evleniyorlar. Çingenelerde var olan iddiaların aksine dışarıya kız vermeye toplumun büyük bölümünün olumlu yaklaştığı da ortaya çıkarken ancak yüzde 2.9 luk bir oran akraba evliliği yapıyor. Babanın statüsü, kızın geçmişi ve kendilerince olumlu bulunan özellikleri başlık parasının miktarında belirleyici olurken, 400-500 YTL'den 5 Bin YTL'ye kadar başlık parası alınıyor. Aylık ortalama 300-400 dolar geliri olan kalabalık bir aile için verilen rakamların hayati önemine vurgu yapılırken araştırma, Çingenelerin yetim erkeklerden başlık parası almadıklarını da ortaya çıkarttı.
3-Türkiye'de yaşayan çingenelerin ekonomik ve sosyal durumlarına bilimsel bir perspektif kazandırmak için yola çıkan Meryem Tuna ve Zekâvet Nuran Oğuz ile birlikte Mart 2006 tarihinde tamamladıkları "Menemen Çingenelerinin Sosyo-Kültürel Özellikleri" adlı araştırmayı gerçekleştiren Sosyolog Dr. Suat Kolukırık, AB sürecinde çingene sorunlarına çözüm bulunmak isteniyorsa, öncelikle onlar hakkında yaşamın her alanında araştırma yapılması gerektiğini belirtti. Kolukırık gerçekleştirdikleri araştırmadan ilginç veriler aktardı. İşte 75 hane halkıyla yapılan anket çalışmasından çıkan sonuçlar
Sadece; okur ve yazar
Çingenelerin, tüm sorunlarına "neden" olarak eğitimsizliği, "çözüm�"olarak da eğitimi gördüklerini hemen her platformda dile getiriyorlar. Bununla birlikte yapılan araştırma gösteriyor ki, çingene toplumu tüm söylemlerine rağmen eğitime yeterli önemi vermiyor. Yapılan araştırma da okur-yazar olmayanların oranının yüzde 30 yada başka bir değimle her üç kişiden birisinin okuma-yazma bilmediği ortaya çıkıyor. Yüzde 7.1 lik kesim sadece okur-yazar iken, 27.1'i İlkokul mezunu, Yüzde 17.1'i ortaokuldan terk yüzde 2.9 ise ortaokul mezunu. Üniversitede okuyan Çingene gençlerinin oranı bindelik dilimlerde sıfır ile bir arasında yer alacak kadar küçük ken 5.7 si lise mezunu, 2.9 u ise liseden öğretimi terk etmiş durumda.
Her meslek var ama�
Hindistan'dan çıktıkları ve tüm dünyaya yayıldıkları ağırlıklı olarak iddia edilen çingenelerin, ilk olarak İran Hükümdarına İ.S. 2. Yüzyılda Hint hükümdarı tarafından yollanan müzisyenler ve dansçılar olduğunu belirten Enis Tütüncü, yüzyıllara göre çingenelerin yaptıkları meslekleri şu şekilde sıralıyor: 7. yy'da Suriye'de Su sığırcılığı, 8. yy'da sığır yetiştiriciliği, 9. yy'da Bizans Ermenistan'ında at yetiştiriciliği ve bunların Hindistan'a satışı, 10. yy'da seyislik ve nalbantlık yapıyorlar. Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul'u almasıyla birlikte bu kente seyis olarak getirilen Çingenelerin, aynı zamanda ordunun donatım işini üstlendikleri, Balkanlarda Osmanlılar için madencilik yaptıklarını belirtiyor. Nadir de olsa farklı alanlarda başarılı olmuş kişilere rastlansa da, çingenelere ağırlıklı olarak ikincil derecede önemli işler verilmiş, yaptırılmıştır. Bu gün ise haklarında tek bir meslek grubunda yer aldıklarını belirtmek oldukça zordur. Bununla birlikte bilinenlerin aksine, ağır iş kollarında ve kimsenin yapmak istemediği işlerde görevlendirildikleri, istihdam edildikleri bir gerçektir.
Türkiye çingeneleri bilinenin aksine en fazla mevsimlik işçi olarak çalışıyor. Ankete katılanların yüzde 21.4'ü mevsimlik olarak çalışabildiğini belirtirken, ikinci "meslek gurubunu" ev hanımları oluşturuyor. Yüzde 18.4. Çingenelerin meslekleri olarak görülen müzisyenlik mesleğini nüfusun sadece 4.3 ü yaptığını beyan ederken, 5.7 si hurdacı, 1.4'ü boyacı, şoför ve memur, 4.3'ü özel yada resmi bir kurumdan emekli olduğunu belirtiyor. Çingeneleri geleneksel mesleği olan nalbantlık, at yetiştiriciliği gibi alanlarda bu gün kimse çalışmazken, Yüzde 1.4 lük kesim bakkal olduğunu söylüyor. Yine aynı oranda elektrikçilik yapan çingenelere rastlanırken, yüzde 7.1 i herhangi bir mesleği olmadığını söylüyor. Çingenelerin dışarıdan yaptıkları -müzisyenlik dışında- tek iş olarak görülen sepetçilik yüzde 14 olurken, fal bakarak yaşantılarını devam ettirenler yüzde 5.7 lik bir kesimi oluşturuyor.
Bir ay, 5 kişi toplam: 345 $
Çingenelerin yüzde 30' luk oranı aylık gelirinin 200 YTL'nin altında olduğunu beyan ederken 201 ile 300 arasında gelir elde edenlerin oranı yüzde 20, 301 ile 400 YTL arasında geliri olanlar yüzde 29' luk bir kesimi oluşturuyor. Çingenelerin 500 YTL ve üzerinde gelire sahip olanların oranının yüzde 21. Dr. Kolukırık her ailede ortalama 2 çocuğun var olduğu düşünülürse çingenelerin açlık sınırının çok altında yaşamak zorunda kaldıklarının bariz bir şekilde görülebileceğine dikkat çekerken, uzmanlar bu standartta yaşamanın insanları farklı arayışlara yöneltebileceğinin altını çiziyor. Yapılan araştırmalarda çingenelerin önemli bir bölümünün yüzde 80'e yakınının kayıt dışı olarak tanımlanan alanda faaliyet gösterdiklerini ortaya çıkartırken, büyük bir çoğunluğun sosyal güvenliklerinin de olmadığı ortaya çıkıyor. Çingenelerin yüzde 74'ü Yeşil Kart sahibiyken yani herhangi bir geliri yokken, yüzde 20'si SSK, yüzde 5.2'si ise Bağ-kur'dan sigortalı.
"Buçuk millet" kaç milyon?
Türkiye'de, nüfus sayımında etnik köken sorulmadığı için kesin veriler mevcut olmazsa da, özellikle yabancı kaynaklara dayanılarak sayıları yaklaşık olarak 2-2.5 milyon olarak belirtilen çingenelerin yaşadıkları sorunların temelinde yatan en önemli nedenlerden birisi, kendilerine yönelik ayrımcı tutumlar nedeniyle çoğu zaman kent dışında yaşamak zorunda bırakılmış olmalarıdır. Bu konuda; Çingenelerin yerleşik bir kültürü benimsememesinin getirdiği nedenler, yerleşik bir yaşamı benimseyen kentli insanlarla arasındaki kendileri açısında hayati çelişkiler gösterilse de, çingeneler kendilerinden vergi alınmayan yada mesleklerini icra ettikleri dönemlerde bile kent içlerine sokulmamış olmaları, onlara yönelik ırkçı yaklaşımların yüzlerce yıldır sürdürüldüğünün en açık göstergesidir. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren Türkiye'de yaşanan göç dalgasıyla birlikte genişleyen kentler, çingenelerin "sadece başını sokabilecek" kadar bir büyüklükteki derme-çatma evlerinin de , şehirlerin içerisinde kalmasına neden oldu.
Bir kez daha sürgün ediliyorlar
Çingene mahalleleri içlerine alınmasalar da, genişleyen kentler bu küçük mahalleleri zamanla çevrelediler. Bu genişlemeyle paralel olarak, bu mahallelerin kentlerin merkezinde kalması ve arazi rantının yükselmesi nedeniyle çingeneler türlü yollarla bir kez daha kent dışına sürüldüler. AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediyesi�nin Türkiye�nin en büyük çingene mahallelerinden olan Sulukule�yi "Kentsel Dönüşüm Projesi"çerçevesinde çingenelerden "temizleme" operasyonu bunun en somut örneklerinden sadece bir tanesidir. İstanbul'da; büyük iş merkezlerinin açılmasıyla bir anda arazi rantının yükseldiği İçerenköy, İstanbul'un merkezi olarak kabul edilen Taksim�e bir adım uzaklıktaki Hacı-Hüsrev, tarihi dokusuyla genişleyen turizm sektörünün gelecek on yılda merkezi konumundayer alacak olan Topkapı'daki Sulukule bu mahallelerin sahip oldukları arazi rantının büyüklüğünü göstermesi bakımından önemlidir. Bütün bu yüksek ranta rağmen, Çingenelerin yaşadıkları mahalleler de barındıkları evler; günümüz asgari standart yaşamı için gerekli olan temiz su, elektrik, tuvalet ve mutfak, banyo, oturma ve yatma odalarından mahrumdur. Çingeneler genel olarak 12 ile 16 metre kare arasında değişen tek göz odalarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Genellikle çok çocuk sahibi olan ve geniş aile olarak tanımlanan birkaç neslin bir arada yaşadığı bu evlerde sağlık sorunları bir yana, çocukların psikolojik olarak da olumsuz etkilenmeleri söz konusudur. Elbette ki, anne-baba konumundaki kadın ve erkeğin birlikte olmak gibi tamamen özel durumlar büyük sıkıntı yaratmaktadır. Akdeniz Üniversitesi Öğretim Görevlilerinden Suat Kolukırık, çingene mahallelerinde bu nedenle geliştirilen bir çok saha çalışmasında kendilerine aktarıldığını anlatıyor.. Bunun için bulunan yöntem ise kişiden kişiye değişmesine rağmen, çocukları türlü bahanelerle evden uzaklaştırma, ödül vaad edilen iş "öylesine" vermeler yapılan görüşmelerde belirtilmiş. Kolukırık isim vermeden anlatıyor: �Adam eve gelmiş ve eşiyle birlikte olmak istiyor. Tek göz oda ve içeride bir sürü çocuk var. Onları uzaklaştırmak için boş bir kibrit kutusu onlara veriyor ve içerisini karıncayla doldurup getirene ödül vereceğini vaad ederek dışarı gönderiyor. Bu ve benzeri olumsuz şartlar sağlıksız bir cinsel ilişkiye neden olurken, özellikle kadınların bu durumdan çok olumsuz etkileniyorlar.�
Çocuk sayısına bakılması durumunda kadın ve erkeğin çocuklarını sık sık dış görevlere göndermek zorunda kaldıkları, çingeneler arasında esprisi yapılan konuların başında gelse de sorunlu birlikteliklerin, farklı yollarla aile içerisinde huzursuzluğa neden olması ve bundan da en çok gelişme dönemindeki çocukların etkilendikleri bir gerçek.
4-Mutlu çocuklar
Yapılan araştırmalar, 40'lı yaşlardaki bir çingene ailesinde en az 4 çocuğun bulunduğunu gösteriyor. İleride ayrıntılandırılacağı üzere yaşam standartları oldukça düşük olan bu aileler, çocuklarına sağlıklı büyümeleri için gerekli fiziki ve psikolojik desteği sunmakta yetersiz kalıyorlar. Bu, anne ve çocuk ölümlerinde çingenelerin Türkiye ve Dünya ortalamasının oldukça üzerinde bir kayıp vermelerine yol açıyor. Elbette ki koruyucu sağlık hizmetleri ve aile planlaması gibi hizmetlerin götürülmeyişi bu kayıpların artışının bir başka önemli nedenlerinden. Tüm olumsuzluklara rağmen, Çingenelerin düzenli bir işlerinin olmaması ailelerin zamanlarının büyük bölümünü çocuklarının yanında geçirmeleri, mahallede yaşayan insanların birbirleriyle çok fazla sorun yaşamamaları gibi etmenler bu çocukların sosyalleşmeleri ve yaşama bir anlamda erken atılmaları gibi olumlu sayılabilecek sonuçlar yaratsa da, çağdaş yaşam standardından çok uzakta oldukları bir gerçek. Eğlenmeyi ve gülmeyi yaşam felsefesi olarak benimseyen çingenelerin müzik konusunda çocuklarını yetiştirmeleri, onların yaşamın doğal bir parçası olarak sazlı-sözlü bir dünyaya gözlerini açmaları, onları bu alanda yetkinleştiriyor. Önce oyun ve eğlence olarak adım atılan müzik ve eğlence sektöründe bu nedenle çok iyi müzik kulağına sahip olan çingene çocukları, yaşamlarını biraz daha profesyonelleşerek kazanabiliyor. Bu çocukların okula gitmemesi her ne kadar akademik bir müzik eğitimi almaları önünde engel olsa da, geleneksel yöntemlerle bu gün Türkiye'de tanınmış çok ünlü ve iyi müzisyenler çıkartabilmiş olmaları bir anlamda bu tezi doğruluyor. Çingeneler aldıkları eğitim de de Türkiye'nin en geri kesimini oluştursalar, çocuklarını okula göndermeseler de, kendi içlerinde yaşamlarını sürdürebilecek eğitimi çocuklarına verebilmektedirler.
Çocuklar okula neden gönderilmez?
Çingene çocuklarının okula gitmemesinde yada gönderilmemesinin nedenleri arasında birincil neden olarak uzmanlar toplumda çingenelere karşı var olan önyargıyı gösteriyorlar. Türkiye'de resmi ve özel sektörde ırkçılığa varan bir yaklaşımla hepsinin hırsız, cahil, madde bağımlısı gibi tanımlanarak işe alınmamaları, ailelerde huzursuzluk yaratıyor ve bu çocuklarına hiçbir şey vermediğine inandıkları okullara ekstra masraf yaparak göndermelerini engelliyor. Yüzde 30 oranında işsiz, yüzde 80 oranında kayıt dışı olarak tanımlanan sektörde çalışan çingeneler, düzenli bir gelire sahip olamadıkları için eğitim giderlerini karşılamakta da oldukça zorlanıyorlar. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Aydın Elbasan, 8 yıllık zorunlu eğitime geçişin bir anlamda çingene çocuklarının üç yıl daha fazla okumasını sağladığına dikkat çekerken, daha önce sadece okuma yazma bilmeleri için ilkokulu bitirdikten sonra çocukların ortaokula gönderilmediğinin altını çiziyor. Elbasan, eğitim sisteminde yapılan son düzenlemelerin ailelere çok ucuz olarak görülse bile altından kalkabileceklerinden fazla yük bindirdiğini, bunun tüm yasal zorunluluğa rağmen çingene çocuklardaki okullaşma oranını düşürdüğünü belirtiyor.
Çocuğun adı yok
"Sosyal bir hukuk devleti" olan Türkiye Cumhuriyeti'nin çingene yurttaşları, bugüne kadar herhangi bir şekilde ne sosyal, nede hukuk yönünden hak ettikleri hizmeti alamamışlardır. Elbette ki bunun zararını en derinden hissedenler de yine çocuklar -ve yaşlılar- olmuştur. Yaşam tarzları itibariyle resmi kurumlarla pek fazla işi olmayan çingenelerin azımsanamayacak bir bölümünün kimlik kartı dahi yoktur. Yine sürekli olarak karşımıza çıkan ve"buçuk" olarak tanımlanan bu halkın resmi kurumlarda muhatap olduğu muamele onların, sırf resmi kurumlara gitmemek için yeni doğan çocuklarını kayıt ettirmemeye yöneltiyor. Bu ise onların istenmese bile yasal olarak gitmek zorunda oldukları 8 yıllık eğitimi alamamalarına yol açarken, yaşam alanlarını kendi mahalleleriyle sınırlandırıyor.
Örnek kişi kim olmalı?
Bu gün her ne kadar Çingenelerin sorunları tartışılıp çözüm konusunda öneriler sunulsa, medya da tartışılsa da, yaşadıkları sorunların çözümü konusunda çingenelerin yapacakları tercih birincil derecede önem taşıyor. Aykırı olarak kabul edilebilecek, ancak kendilerinin binlerce yıldır hiçbir ortam ve zamanda vazgeçmedikleri yaşam tarzlarındaki ısrar, yerleşik bir düzene geçişle birlikte sorunların çözümünü öneren projeleri yok ediyor. Bu gün çok zengin olmuş ve artık bilinen bir yaşam formatının dışında yaşam süren çingenelerin sayısının hiç de az olmadığına dikkat çeken Aydın Elbasan; çocukların, içerisinde büyüdükleri ve diğer yaşamları görmedikleri bir dünyada, örnek olarak kendi dünyalarından insanları aldıklarını, bunun da meslek yada yaşam tarzı tercihinde önemli belirleyici etmenlerden birisi olduğunu söylüyor: " Ben bir Boşnak mahallesinde büyüdüm. Önce futbol oynayanları gördüm. Onlara özendim. Sonra ise okumaya. Çok zor da olsa üniversiteyi bitirdim ve şu an eğitmen olarak görev yapıyorum. Benim gibi, yaşamış insanların geri dönmesi çingene çocuklarının gelecek tercihi yapmalarında önemli oluyor. Ben Beden Eğitimi Öğretmeni oldum, benden sonra bizim aileden 20 kişi daha bu işi seçti. Ama çingenelerin yetiştirdiği insanlar meslek sahibi olduktan sonra o mahallelere bir daha gelmiyor, gelemiyorlar. Yaşam tarzları değişiyor. Bu kayıp oluyor. Çünkü çocuklara yine geleneksel yaşam modelini süren insanlar örnek olarak kalıyor. Bizim artık onlara dönmemiz ve örnek göstermemiz, onları alıp bir yerlere sürüklememiz gerekiyor"
Teknoloji ve Çingeneler
Bütün bunların yanında teknolojideki ilerlemeler, çingenelerin de yaşam tarzlarını çocuklardan başlayarak etkilemeye başladı. Özellikle çocuk ve gençlerin televizyona olan ilgisi, ailelerin elektrik bulunan yerlerde yaşamaya sevk ederken, sosyal ilişkileri kısmen de olsa zayıflattı. Akşam eğlencelerinin yerini -şimdilik- düşük bir oranda da televizyonlar alırken, birebir olmazsa da çocuklar için örnek alınacak kişi sayısında artış sağlanması çelişkilere rağmen tek olumlu yön. Elbette ki Türkiye televizyonlarının "örnek kişi"olarak sundukları kişilerin niteliği ve o insanların yaşantılarına sunacağı "örnek" katkı ayrı bir yazı mevzusu.
Bütün bunlarla, okuma-yazma oranının düşüklüğü ve okuma-yazma bilenlerin genellikle ilkokul mezunu olup sadece okumayı bilmeleri, hakim bir konumda bulunamamaları şimdilik evlerinde sıfıra yakın bir oranda bulunsa da bilgisayar ve internetin sunduğu imkanlardan mahrum bırakıyor. Bununla birlikte yasadışı işlerin yoğun olduğu, kap-kaç'a bulaşan çingene çocuklarının tüm her şeye rağmen son model cep telefonları kullanmaları belki teknolojinin en yoğun ve işlevsel olduğu tek alanı oluşturuyor. Elbette ki bu aletlerin elde edilmesi ve işlevselliği de farklı bir tartışma konusu.
Uzmanların eğitim konusunda dikkat çektiği bir başka önemli konu da, okuma yazma bilmeyen kişilerin, ehliyet alamamaları, otobüslerin istikametlerini bilememeleri gibi nedenlerle, bu insanların şehirlerin içlerine girmelerini engellediği ve bunun da geleneksel yapının, içe kapanıklığın devam etmesine neden olduğu. Bu noktada, farklı mahallelere türlü nedenlerle giden çingenelerin, yerleşik beyazlarca potansiyel hırsız olarak görülmeleri, kamusal alanlarda hor görülmeleri, aşağılanmaları gibi etmenlerin de çok önemli etmenler olduğunu belirtmeliyiz. Araştırmacı Mustafa Aksu, çingenelerin potansiyel hırsız olarak görülmesine isyan ederken, Türkiye'de yüzlerce milyar dolarlık yolsuzlukları yapanlar arasında hiç çingenenin olmamasına dikkat çekiyor: " Türkiye çingeneleri tarihin hiçbir döneminde devlete sıkıntı vermemiştir. Soruyorum size: hazineyi soyanların arasında bir tek çingene var mı? Banka hortumlayanlardan hangisi çingene? Arkadaşlar Türkiye'de yapılan büyük soygunların hiç birisini gerçekleştirenler arasında bir tek çingene gösteremezsiniz bana. Ama bütün bunlara rağmen -çingeneler yolsuzluk ve bunun getirdiği ekonomik zararın- toplumsal zararın en fazlasını yaşamışlardır"
Fuhuş, Uyuşturucu ve Çocuklar
Çingenelere karşı en büyük ön yargılardan birisi de, onların eğlenme-eğlendirme kültürünün yanlış yorumlanmasıdır. Eğlenmeye ve eğlendirmeyi seven, bunu bir yaşam felsefesi olarak bir anlamda benimseyen çingenelerin bu yaklaşımı, elbette ki bu insanlar arasında bulunan bazı insanların farklı tutumları nedeniyle -burada önyargıların katkısını da unutmamak gerek- fuhuş yapan insanlar olarak görülmelerine yol açmıştır. Bu ise özellikle genç kızların ve kadınların daha çocuk yaşta tacize ve tecavüze uğramaları sonucunu doğurmuştur. Resmi kurumlarda görevli zihniyetler bu insanları potansiyel suçlu ve her türlü pis işi yapan kişiler olarak gördükleri için, beyaz insanlarca, ırzına geçilen esmer vatandaşlar hukuk devletinde bu kişileri mahkemeye dahi çıkartamıyorlar. Ancak sosyolog Suat Kolukırık Türkiye'deki, Juan Francisco Gamella da İspanya'daki çingeneler üzerine yaptıkları çalışmalarda fuhuş iddialarına karşı, -tüm tartışmalara ve eleştirilere rağmen- çingenelerde var olan"Bekare" konusunun hala çingeneler için büyük önem taşımasını gösteriyorlar. Bekaretini kaybetmiş olan bir genç kızın erkek ve ailesi tarafından kesinlikle kabul edilmemesi, bu tür durumlarda ciddi bir çatışmanın doğma ihtimali ve gençler üzerinde bu yönlü yapılan büyük baskının yarattığı atmosferin iddiaları büyük oranda çürüttüğünü savunuyorlar.
Bu gün tüm önyargılara rağmen fuhuşun toplumların diğer kesimlerinde gerçekleştirilen orandan çok yüksek olmadığına dikkat çeken uzmanlar, alkol ve madde bağımlılığının çingeneler arasında artış göstermesinin nedeni olarak da egemen sistemi sorumlu tutuyorlar. Aslında verdikleri örnek hiç de yabancısı olmadığımız bir ülkeden yine. Aradaki fark sadece "Siyah" yerine "Esmer" vatandaş kavramı. Amerika Birleşik Devletleri�nin ikinci dünya savaşının hemen ardından ülkesindeki siyahları kontrol edebilmek ve örgütlenmelerini önlemek için kullandığı; alkol uyuşturucu ve fuhuş yöntemlerinin kendileri üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından uygulandığına inanıyorlar. Bu iddialarına en büyük dayanak olarak da bizzat tanıklık ettikleri ve resmi görevlilerin mahallede fuhuş ve uyuşturucuya göz yummasını, teşvik etmesini gösteriyorlar. Sıkı önlemler alınması ve bağımlılar için rehabilitasyon programlarının uygulanması durumunda sorunun kolaylıkla çözülebileceğini dile getirirlerken, madde bağımlılığı ve alkolün çingeneler üzerinde büyük tahribat yarattığının altını çiziyorlar. Her haliyle yaşantılarından memnun olan çingenelerin, madde bağımlısı oldukları takdirde çalışma imkanlarının ortadan kalktığını dolayısıyla bağımlısı olduğu maddeyi satın alabilmek için yasadışı işlere bulaştıklarını, hırsızlık, gasp, fuhuş, cinayet gibi pek çok suç işlediklerini belirtiyorlar. Bu ise Çingenlerin üzerlerinden atmaya çalıştıkları, yıkmaya çalıştıkları önyargıların gittikçe katmerleşmesine neden oluyor. Yaratılan bağımlılıkların bir kısır döngüyü de beraberinde getirdiği, "diğer insanlardan"hiçbir farkı olmayan ve zor bela bir iş bulup çalışan insanların da "potansiyel suçlu" olarak görülmelerinden ötürü işlerini kaybettikleri ve adeta bu kirli ilişkiler çarkının içerisine girmeye zorlandıkları iddia ediliyor. Elbette ki, bağımsız olarak yaptıkları çiçekçilik, bohçacılık, boyacılık vb işlerin de kapanmasına yol açıyor. |