i
   
 
  ÇİNGENELERİN TARİHİ 3
97
abdalın gözünden çingene toplumunda kadın kişiliğinin nasıl konumlandığını okuyabiliriz. Başlı
başına bu metinler bile abdal toplumunda kadının ayrıcalıklı konumu açısından çok şey söylüyor.
Bir başka çingene grubu olan Poşalarda genel olarak geleneksel meslek elekçiliktir. Poşa erkekleri
elek yapar, kadınlar ise köy ve kasabalarda gezerek elek satarlar. Çingene olmayanlarda kadının
çalışmasının eğitimli gruplar için bile yeni olduğu düşünülürse poşa çingenelerinde yüzlerce yıldır bu
durumun var olması çok ilginçtir.152 Poşa çingenelerinin toplum yapısı ile ilgili olarak şu örnek
oldukça açıklayıcıdır. 1963’te Yozgat’ın Akdağmadeni köyünde yedek subay öğretmenlik yapan bir
şahıs civardaki bir poşa köyüne misafir olur. Köylülerden çeribaşını çağırmalarını ister. Karşısına 90
yaşında bir kadın çıkar. Bu kadın o toplumun lideridir. 153 Bu örnek 60’lı yıllarda Poşa toplumunda
kadın liderlerin var olduğunu göstermektedir.
Bizim kişisel gözlemlerimizden çıkardığımız sonuç tüm çingene toplumlarında kadının özel bir
konumu olduğudur.154 Göçebelerde bu çok net bir şekilde ortadadır. Göçebeliğin en saf halinde soyun
anadan geçtiği görülür. Bu toplumlarda kadına duyulan saygı çok büyüktür. Topluluğun iç
meselelerinde kadınların görüşleri belirleyicidir. Göçebeliği yeni bırakmış çoğu çingene yerleşim
bölgesinde topluluğu yöneten kadın liderlerin varlığı ile bizzat karşı karşıya kaldım.155
Yerleşik çingenelerde; kadının ayrıcalıklı konumu biraz daha geri plana itilmiştir. Çingene
olmayanlarla çok daha yakından temas etmek durumunda kalan yerleşik çingeneler; zaman içerisinde
çingene olmayanların geleneklerini benimsemek zorunda kaldıklarından; soyun anne tarafından
geçmesi yerleşiklerde genel olarak görülmemektedir. Ayrıca kent yaşamının sıkıntılarının, işsizliğin ve
çingene olmayanların yaptığı ayrımcılıkla sürekli karşı karşıya kalmanın getirdiği gerilim;
yerleşiklerde ister istemez öfke patlamalarına neden olur. Bazen kadınlar arasında kavgalarda ortaya
çıkar, bazen karı koca kavgasında. Zaman zaman bu durum fiziken güçlü olan erkeğin kadına yönelik
152 Bozkurt, Tülin, Poşalar Örneğinde Etnisite ve Toplumsal Cinsiyet İlişkisi, ARTAKALANLAR, E yayınları,
2006 sf 343
153 Doğru, Necati, Timsahlı Bir Nehir, Vatan, 24/04/2005
154 Bu gözlemler, kişisel sınırlılıklar nedeniyle Anadolu çingenelerinin yaşam koşullarından ibaret.
155 Sarıgöl, Hacı Hüsrev ve Kuştepe’de; bu liderlere ait çok sayıda anı dinleme şansım oldu.

98
şiddetine dönüşebilir. Kadına yönelik şiddet, çingene toplumunda; özellikle çingene olmayan
göçebelerde ve kırsal topluluklarda olduğu kadar meşru değildir. Çoğu zaman kadınlar, kendilerine
şiddet uygulayan kocalarına benzer şekilde şiddet kullanarak tepki gösterebilirler. Burada asıl önemli
olan nokta; çingene kadınlarının şiddeti ve aile içinde ikinci planda kalmayı kabullenmeyen kişilik
özellikleridir.
Her halukarda; yerleşik çingenelerde bu tip olaylar benzer şartlarda yaşayan çingene olmayan
insanların yaşadıklarına göre daha azdır. Yerleşik çingene kadını topluluk içerisinde gücünü
kaybetmez. Ailede her zaman ayrıcalıklı bir ağırlığı vardır.
Tüm çingene gruplarında değişmeyen olgu; çingene olmayanlardan daha farklı kadın ve erkek
kişiliklerinin ortaya çıkmasıdır. Çingene kadını genel olarak; güçlü, problemler karşısında paniğe
kapılmayan, liderlik vasıfları gösteren, gerektiğinde erkeklerle kavga etmekten çekinmeyecek bir
kişiliğe sahiptir. Bu kişilik; çingene olmayanlar tarafından anlaşılamaz. Çingene erkeği ise; kadının
kişiliğine saygı duyan, onun da insan olduğunun bilincinde olan, çingene olmayan erkeklerden farklı
olarak güzellikler karşısında duygulanıp bu duygularını ortaya koyabilen, diğer insanlarla oldukça
kolay ilişki kurabilen bir yapıdadır. Bu farklı kişilikleri ortaya çıkaran; çingenelerin çingene
olmayanlardan farklı olan aile yapılarıdır.
Yaptığımız açık ki bir genelleştirmedir. Bu ideal tipi her çingene bireyinde aramak elbette bir sonuç
vermeyecektir. Yine de, çingene toplumunun kendine özgü aile yapısı genel itibariyle, bu farklı kişilik
yapılarını yaygınlaştırmaktadır.
Çingenelerdeki bu farklı kişilik özellikleri; dünyanın neresinden gelmiş olursa olsun, hangi dili
konuşuyor olursa olsun çingeneleri birleştiren bir özelliktir. Tüm çingenelerde ortak olan bu durum
çingenelerin gerçek tarihlerinin anahtarıdır.

99
Çingenelerde günlük hayatta halen yaşanmakta olan anaerkil ilişkiler aslında insanlığın en eski
günlerinin günümüze yansıya ip uçlarıdır. Çingene olmayanlarla sürekli temas halinde olmalarına
rağmen çingenelerin nasıl olup da bu özelliklerini kaybetmediği sorusunun yanıtı ise; insanlığın en
eski günlerinde başlayan çingene tarihinde saklıdır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
4. Çingenelerin Gerçek Tarihi.
Daha önce belirttiğimiz gibi çingenelerin tarihi insanlığın tarihidir. Çingenelerin tarihi şu ya da bu
ülkede başlamaz. İnsanoğlunun yaşadığı en eski yerleşim bölgelerinin tamamı çingenelerin tarihinin
başladığı noktalardır. Birden fazla yerleşim bölgesinde yaşanan tarihsel olaylar bugünkü çingene
toplumlarının ortaya çıkmasının sebebi olmuşlardır. Aslında “tarihsel” kavramını kullanmak bu dönem
için kimilerince yersiz bir davranış olarak değerlendirilebilir. Çünkü “tarih yazının keşfi ile başlar”.
Böyle düşündüğünüz andan itibaren çingenelerin tarihi, aslında tarih öncesinde başlamakta ve tarih
çağlarına kadar uzanmaktadır.
Kavram tartışması bir yana çingenelerin tarihini hakkıyla değerlendirebilmek için insanlığın en eski
dönemlerine kadar geriye gitmemiz gerekmektedir.
İnsanlığın en eski yazılı metinlerinden olan kutsal kitaplarda çingenelerle karşılaşıyoruz. Eski Ahit’in
Tekvin kitabında günümüz çingenelerini anımsatan grupların adı anılıyor.
İslami kaynaklarda İdris Peygamber adıyla anılan tarihi kişilik, Tekvin’de Hanok olarak geçmektedir.
Hanok’un torunu Lemek156 iki kadınla evlenir. Silla ve Ada. Ada’dan olan oğlu Yaval, sürü sahibi
çoban göçebelerin atası olmuştur. Ada’dan olan diğer oğlu Yuval Lir ve Ney çalanların; Silla’dan olan
oğlu Tuval Keyin ise tunç ve demirden alet yapanların atası olmuştur.157 Görüldüğü gibi metinde;
156 http://nartaneleri.fecr.gen.tr/veritabani/MainAnnounce2.asp?key=29
157 Kenrick, Donald, a.g.e sf 19

100
insanlığın sürü sahibi göçebeler ve gezici zanaatkarlar (demirciler, müzisyenler) olarak nasıl ayrıldığı
işlenmektedir. Aynı şekilde çeşitli Tevrat Metinlerinde, göçmen kalaycılar ve demirciler olarak
Kenitlerden bahsedildiğini görüyoruz.
Aslında çingenelerin miladı; kutsal kitaplardan çok daha önce başlamıştır. Çingenelerin tarihinin bu
dönemi hiçbir yazılı metne girememiştir. Çünkü insanların yazıyı bilmediği çağlarda yaşanmıştır. Bu
dönemin tarihi ancak dolaylı arkeolojik kanıtların yardımıyla ortaya konulabilir.
Bizim bu mütevazi metinle başlattığımız çingenelerin tarihini yazma girişiminin; antropoloji ve
arkeolojinin verileriyle zenginleştirilerek genişletilmesi gerekmektedir. Aşağıdaki bölümde bu
çalışmalara ve kendi gerçeğiyle barışmak isteyen çingenelere yardımcı olabilecek bir denemeyi ortaya
koyuyoruz.
4.1 İlk İnsanlar
İnsan toplumları yeryüzünde var olduğu günden beri ekmek kavgası vermektedir. Bir şekilde
hayatlarını sürdürebilmek için bir takım faaliyetlerde bulunmuşlardır. Yaşamını sürdürebilmek için
başta gıda olmak üzere temel ihtiyaçların giderilmesi tüm canlı varlıkların öncelikli problemidir.
Tabiatta gördüğümüz çeşitli varlıklar sahip oldukları doğal yetenekleri ile bu açıdan insanlardan daha
şanslıdırlar. Örneğin maymunun ağaç dallarına tutunmasını sağlayan gelişmiş kol ve bacakları ona
büyük bir hareket kabiliyeti kazandırır. Bu sayede yüksekteki dallardan çeşitli doğal ürünleri
toplayabilir. Puma, hem vücut ağırlığı hem gelişmiş bacakları sayesinde avından çok daha hızlı
koşabilen bir avcıdır. Pusuya yatar, aniden ortaya çıkarak avının üzerine büyük bir hızla atılır.
Bukalemun içinde bulunduğu ortama uyum sağlayarak kamufle olabilir. Bunu derisinde bulunan bir
maddeyi kullanarak renk değiştirmesi mümkün kılar. Böylelikle avı onu fark etmeden yakınına kadar
sokulur.

101
Yine temel ihtiyaçlardan olan barınma söz konusu olduğunda hayvanlar insanlardan çok daha
şanslıdırlar. Çoğu hayvan kışın soğuğundan onları koruyabilecek kalın kürklere ya da zırha benzeyen
kalın bir deri dokusuna sahiptir.
Demek ki tabiat içerisinde hayvanlar temel ihtiyaçlarını büyük bir kolaylıkla karşılamalarına olanak
sağlayabilecek araçlarla donanmışlardır. İnsanın ise ne güçlü kolları, ne de avından hızlı koşmasını
sağlayabilecek bacakları vardır. Aynı şekilde kalın bir kürke ya da zırhlı bir deriye de sahip değildir.
Bu yüzden temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için, doğanın insana verdikleri yeterli değildir.
İnsanoğlunun yaşamını sürdürmesi kendi emeği ile yarattıklarıyla mümkün olabilir.
İnsanlar doğanın zorluklarına karşı koyabilmek için birlikte hareket etmek zorundadırlar. Birlik
içerisinde olduklarında, zayıflıklarını aşmaları mümkün olabilir. Ne var ki temel ihtiyaçlarını
karşılamaları için bu da yeterli değildir. Bedensel yetersizliklerini kapatabilmek için alet yapmak
zorundadırlar. Bir aslanın avını parçalamakta kullandığı güçlü pençeleri vardır. İnsanlar ise bu amaçla
keskin aletler yapmak zorundadırlar. Kamalar, mızraklar, oklar, çeşitli araçlar…
İnsanoğlunun topluluk halinde geliştirdiği araçlarla birlikte; temel ihtiyaçlarını karşılamak için
yaptıkları çeşitli işler ekonomik faaliyetlerdir. Sahip oldukları araçların çeşitliliğine ve yaşadıkları
doğal ortamın yapısına göre insanoğlu çeşitli ekonomik faaliyetler yapmıştır.
Bu ekonomik faaliyetlerin ilki toplayıcılıktır. 158 Her geçen gün sayıları artan kalıntılar bize bu gerçeği
kanıtlamaktadır.
Toplayıcılık doğada kendiliğinden yetişen çeşitli bitkilerin, kabilede ortaklaşa bir şekilde tüketilmesi
anlamına gelmekteydi.159 İnsan toplulukları yaşadıkları bölgede çevrelerinde bulunan bitki türleri
158 Thompson, George, TRAGEDYANIN KÖKENİ, Payel, İstanbul, 2004 sf 32
159 Çingeneler için toplayıcılık hiç de yabancı gelen bir kavram değildir. Özellikle göçebeler ve göçebeliği yakın
dönemde bırakanlar; sık sık kırlarda labada, ebegümeci gibi çeşitli bitkileri toplayıp bunlardan değişik yemekler
yapma alışkanlığını kaybetmemişlerdir.

102
neyse onları toplayarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu süreçte insanoğlu on binlerce yıl içerisinde
büyük bir deneyim kazandı. Kimi bitkilerin ölümcül sonuçlar yaratabilecek kadar zehirli olduklarını
gördü. Farklı bitkilerin, farklı hastalıklara iyi geldiğini; kimi bitkilerin ise eşsiz bir gıda olduğunu
anladı. Bu bilgiler kuşaktan kuşağa aktarıldı ve çeşitli insan grupları arasında paylaşıldı.
Toplayıcılık döneminde toplumsal yapı oldukça farklı bir şekilde örgütlenmişti. Birincisi toplayıcılıkla
uğraşan topluluklarda tüketim temel ihtiyaçlarla sınırlıydı. Küçük topluluklar halinde yaşayan insanlar
temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar, çok sınırlı bir ekonomik faaliyet içerisinde yaşamlarını
sürdürüyorlardı. Günümüz insanı için ihtiyaçlar çok çeşitlenmiştir. Televizyon izlemek, tatil yapmak,
spor yapmak, dondurma yemek, rahat bir yatakta uyumak, dış görünüşünü güzelleştirmek için çeşitli
kozmetik maddeler kullanmak günümüz insanının vazgeçemeyeceği ihtiyaçlarıdır. Buna karşılık
toplayıcılık döneminde insanların temel ihtiyaçları son derece basitti. Karnı yaşamını sürdürmeye
yetecek kadar doyan, bir mağara ya da ağaç kovuğunda soğuktan kendisini koruyabilen insan temel
ihtiyaçlarını karşılamış oluyordu.
Toplayıcılık döneminde toplumsal yapı her açıdan günümüzün insan toplumlarından farklıydı.
Günümüzde insan toplulukları ataerkil aile yapısının etrafında örgütlenmektedir. Ataerkil aile; soyun
baba tarafından geçtiği, kapitalizmin yarattığı tüm incelmeye rağmen erkeğin ailede belirleyici olduğu
bir yapıdır. Doğan her çocuk babasının adını alır. Toplumsal değerler içerisinde erkeğe özgü olanlar
daha belirleyicidir. Hemen her yerde; yönetim yapısı erkeklerin tekelindedir. İyi bir yönetici olmak,
savaşçı bir karakter yapısı ve erkeğe özgü olduğu düşünülen saldırgan bir hırsa bağlandığından,
liderler dünyasında duyarlılıkları ile ön planan çıkan kadınlara yer kalmamaktadır. Toplayıcılık
döneminde tüm bunlar günümüzde olduğundan çok farklıydı. Bir bakıma tam tersiydi.
Toplayıcı toplum, anaerkil bir toplumdu. Her doğan çocuk annenin adını alıyordu. Toplumun
merkezinde kadın vardı. Toplumun temel değerleri en kadınsı olanlardı. Doğurganlık ve üreticilik
saygıyı hak eden değerlerdi.

103
4.1.1 Toplayıcılık ve Anaerkil Toplum
Toplayıcılık; kadının ve erkeğin beraberce çalışması gereken bir iştir. Kabilenin ne kadar çok üyesi bu
faaliyete katılırsa o kadar çok sonuç alınabilir. Toplayıcılık faaliyetinde, kadın ve erkek arasındaki
fiziksel güç farkının bir önemi yoktur. Toplayıcılık kaba kuvvetten ziyade sezgi ve bilgiyle yürütülürse
verim alınabilen bir faaliyettir.160 İnsanlığın on binlerce yıllık doğaya ilişkin deneyimi ve çeşitli
bitkileri tanımaya yarayan güçlü bir sezgi duygusu bu faaliyetin başarı ile gerçekleştirebilmek için
yeterlidir.
4.1.1.1 Üretimde Eşitlik, Kutsal Doğurganlık
Sonuç olarak bu dönemde kadınlar ve erkekler beraberce çalışmaktadırlar. Kadın ve erkek; ekonomik
hayatta birlikte olduklarından, erkeğin kadını ekonomik gücünü kullanarak ezmesi mümkün olamaz.
Cinsler arasında eşitsizliği yaratan en önemli faktör olarak ekonomik iş bölümü bu dönemde henüz
başlamamıştı. Fiziksel güç farklılığına bağlı olarak ayrı ayrı işlerde uzmanlaşma toplayıcılık
döneminde söz konusu değildi. Her iki cins de üretim de eşit sorumluluğa sahip olduklarından,
toplumun içerisinde eşit bir güç elde ediyorlardı. Toplum içerisinde bir cinsin ön plana çıkmasını
belirleyen her zaman için onun ekonomik faaliyette oynadığı rolün büyüklüğü olmuştur. Eğer ekmek
kavgasında söz hakkınız varsa, her konuda söz hakkınız olmaktadır. Buna göre toplayıcılık ekonomik
faaliyetinin sonucu olarak kadın ve erkek arasında tam bir denge durumunun yaşanması
gerekmekteydi.
Ne var ki bu dönem insan topluluklarının yaşamını sürdürmesi için gerekli olan başka şartlarda vardı.
Tabiatın zorluklarına beraberce göğüs gerebilmek için nüfusun belli bir düzeyin altına inmemesi
gerekliydi. Nüfus belli bir düzeyin altına düştüğünde, vahşi hayvanlarla mücadele etmek, toplayıcılık
faaliyetini bütün kabileyi doyurabilecek verimlilikte gerçekleştirmek, kamp alanının güvenliğini
160 Thompson, George, a.g.e, sf 32

104
sağlamak mümkün olmuyordu. Kabileden bir tek bireyin bile eksilmesi tüm kabile üyelerinin
çıkarlarını yakından ilgilendiriyordu. Her bir doğum çok güzel bir haber, her bir ölüm ise felaket
demekti. 161
Zor doğa koşulları nedeniyle bu kabilelerde erken yaşlarda ölüm oranı çok yüksekti. Gıda, barınma
gibi temel ihtiyaçlar ancak çok sınırlı bir düzeyde karşılanabiliyordu. İhtiyaçların yetersiz bir düzeyde
karşılanabilmesi; topluluğun bireylerinin yaşam süresini kısaltan en önemli nedendi. Ayrıca, toplumun
hastalıklar konusundaki bilgisi çok yetersizdi. Şu veya bu nedenden kaynaklanan en küçük bir hastalık
bile ölümle sonuçlanabiliyordu.
Bir yanda ortalama yaşam süresi çok kısayken diğer yandan yetişkin çağa ulaşamadan ölen bireylerin
sayısı da çok fazlaydı. Yeterli gıda tüketimine en çok ihtiyaç duyduğu çağda açlıkla karşılaşan
bebekler ve çocuklar için hayatta kalmak çok zor bir sınavdı. Bu sınavı geçmeyi başarabilenler ise
ancak gerçekten çok şanslı olan bireylerdi. Çok sayıda doğum oluyor ama ölüm oranı da çok yüksek
olduğundan kabilenin nüfusu asla belli bir düzeyin üzerine çıkamıyordu.
Kabileyi kurtarabilecek tek şey; doğum oranının yüksek ölüm oranına rağmen genel nüfusu belli bir
düzeyin üstünde tutabilecek kadar çok olmasıydı. Çok fazla doğum olmalıydı. Bu bir zorunluluktu. Bu
zorunluluk ister istemez doğurganlığı kutsallaştırıyordu. Doğurganlık ise kadına özgü bir vasıftı.
Bu durum, kabile içerisinde doğurganlığı ile öne çıkan kadını çok önemli yapıyordu. Hayatın kaynağı
olarak görülen kadınlar büyük bir saygı görmekteydi. Ayrıca bu dönemlerde insanlar üreme sürecinde
erkeğin rolünün tam olarak farkına varmamışlardı. Doğum tümüyle kadına özgü bir kutsallık ve güç
olarak algılanıyordu. İnsanoğlu hayvanlara çok yakın bir noktada duruyordu. Bedensel zayıflıkları,
alet yapabilme yeteneği ve daha gelişmiş olan beynine rağmen hayvanlardan tamamıyla ayrılabildiğini
ileri sürmek henüz mümkün değildi. Her şeyden önce gündelik hayatı halen büyük ölçüde içgüdüler
yönlendiriyordu. Üreme faaliyetinde, erkeğin görevi büyük ölçüde bu içgüdülerin yönlendirmesiyle
161 Berktay,Halil, KABİLEDEN FEODALİZME, Kaynak yayınları, İstanbul, 1989, sf 58

105
ortaya çıkıyordu. Kadının doğurganlığı ile bu içgüdüsel faaliyet arasındaki bağı anlamak ciddi bir
bilinç düzeyi gerektiriyordu. Oysaki insanlık henüz yolun başındaydı. 162
Bilinç yapısı bu ilkel safhadayken, üreme sürecinde erkek ve kadının eşit ölçüde önemli rolleri
olduğunu anlamak çok güçtü. Ne de olsa, üreme sürecinde vücudu gerçek anlamda biçim değişiklikleri
geçiren; büyük sancılar çekerek yeni bir bireyi doğuran kadındı. Bu süreç tüm toplumun gözü önünde
gerçekleşiyordu. Kadın bedeninin hem her ay yaşadığı değişim, hem de üreme sürecinde meydana
gelen büyük hareketlilik tüm erkeklerde saygı ile karışık bir korku uyandırıyordu. Her erkek için onun
doğuran anne çok önemli bir figürdü. Anne büyük bir güç kaynağıydı.
Bir yanda ekonomik hayata eşit katılım diğer yanda ise doğurganlığın getirdiği üstünlük kadınların
toplumsal örgütlenme içerisinde özel bir önem kazanmasına neden oluyordu. Ayrıca bireylerin var
oluşunda annenin rolü temel kabul edildiğinden; soy anne tarafından geçiyordu. Her birey kendi
annesini tanıyor, toplumun diğer bireyleri tarafından annenin çocuğu olarak anılıyordu. Her birey
annenin bağlı olduğu kabilenin bir parçası olarak kabul ediliyorlardı. İşte toplayıcılıkla birlikte en saf
halinin yaşandığı bu toplumsal örgütlenme biçimi, sosyal bilimciler tarafından anaerkillik olarak
adlandırılmaktadır.163
Anaerkil toplum her açıdan günümüz toplumundan çok farklıydı. Bugünün insanı için anlaşılmaz ve
kabul edilemez bulunan bu toplumsal örgütlenme biçimi aynı zamanda insanlığın en barışçı dönemini
oluşturuyordu. Henüz, insanoğlu yalnızca doğayla savaşıyordu. Kendi türünden olanlarla savaş fikri
gelişmemişti. Buna ihtiyaç da yoktu. Doğa çok genişti. İnsanoğlunun nüfusu azdı. Toplayıcılık
yapılabilecek çok geniş araziler vardı. Doğa toplayıcılara çok cömert davranıyordu. Tüm savaşların
temel gerekçesi olan kaynakları paylaşamamanın hiçbir gerekçesi yoktu.
162 a.g.e sf 58
163 a.g.e, sf 58

106
Dolayısıyla anaerkil toplayıcı toplum için savaşçılık, iktidar tutkusu hakimiyet mücadelesi kesinlikle
temel değerleri teşkil etmiyorlardı. Bunlar gereksiz kavramlardı toplumun gündemine giremiyorlardı.
Buna yerine bilgi, toplumsal uyum, çalışkanlık temel toplumsal değerlerdi. Bireyler bu değerlerin
çevresinde sosyalleşiyorlardı.
4.1.1.2 Anaerkil Toplum Bir Cennet miydi?
Yukarıda anlattıklarımız pek çok insanın zihninde anaerkil toplumun bir cennet olduğu düşüncesini
uyandıracaktır. Gerçekten de anaerkil toplayıcı toplum tam bir eşitlik toplumuydu. Kabilenin kendi
içerisinde birlikte üretim ve birlikte tüketim vardı. Tüketimde ve üretimde eşitlik hakimdi. İnsanlık
tarihin en büyük iktidar ilişkisi olan erkeğin kadına tahakkümü söz konusu değildi. Kadın doğurganlığı
ile ön plana çıkıyordu. Ne var ki bu durum, günümüzdeki erkek iktidarı ile kıyaslanabilecek bir şey
değildi. Kadının gücü; toplayıcılık sürecinde atalardan alınan deneyimle ekonomik faaliyetin
düzenlenmesini sağlıyordu. Bastırıcı, ezici bir güç değildi.
Kabileler arasında savaş yaygın bir olgu değildi. Toplayıcılık döneminde hem nüfusun azlığı, hem de
toplayıcılığın doğada en bol bulunan kaynaklara yönelmesi nedeniyle kabile savaşları gereksizdi.
Savaş toplumsal devamlılık için bir araç olmayınca buna bağlı olarak iktidar ve savaşçılık temelli
özellikler ve değerler toplum içerisinde ön plana çıkmıyordu.
Bu manzara ile günümüzün toplumu kıyaslandığında pek çok kişi anaerkil toplayıcı toplumun bir
parçası olmayı tercih edecektir. Ne var ki anlattıklarımız işi yalnızca bir boyutunu oluşturuyor.
Eşitsizlik ve savaş bütünüyle anaerkil toplayıcı toplumun iç yapısında mevcut değildi. Ama bu
insanların hiç savaşmadığı ya da eşitsiz ilişkilerin karşısında ezilmediği anlamına gelmemektedir.
Aksine insanoğlu bu dönemde daha sonra hiçbir dönemde tanımayacağı kadar büyük bir baskının
altında ezilmekteydi.

107
Bu şu ya da bu kabilenin, ya da şu veya bu sınıfın baskısı değildir. Bu baskı insanoğlunun hem yaşam
hem de ölüm kaynağı olan tabiatın baskısıdır. Tabiat koruyucu bir ana olduğu kadar acımasız bir
cellattır aynı zamanda. Büyük su baskınları, yanardağ patlamaları, kasırgalar, sert kış koşulları, vahşi
hayvanlar, zehirli bitkiler, zehirli hayvanlar, ani kuraklık, iklim değişimleri. İşte bunlar tabiatın
korkunç yüzünü oluşturuyor.
Bu acımasız gerçek karşısında insanoğlu büyük bir baskı altındadır. Toplayıcılık döneminin sınırlı
ekonomik faaliyeti insanoğlunun kendi toplumunun içerisinde tam bir eşitlik dünyasında yaşamasına
olanak vermekteydi. Ne var ki doğanın karşısındaki eziklik bu eşitliğin bütün güzelliğini silip
süpürmektedir. Anaerkil toplayıcı toplum, insan toplumları içerisinde doğal ölüm oranının en fazla
olduğu toplumdur. Belki insanoğlu savaşlarla birbirlerini öldürmemekteydi bu dönemde. Ama buna
karşılık tabiat, insanın kendisine verebileceği zararın çok daha fazlasını insanoğluna vermekteydi.
Bu dönemi değerlendirirken yaşanılan trajediyi de göz ardı etmemek gerekmektedir. İnsanlık, doğa
karşısında güçlenirken; eşitsizliği kendi toplumuna taşımıştır. Ne olursa olsun insan toplumlarının
kendi içerisindeki eşitsizlik ilişkileri doğa ile insan arasındaki eşitsizlik kadar acımasız değildir.
Bir gün, insanoğlu tabiat karşısındaki üstünlük ile anaerkil toplayıcı toplumun eşitlikçiliğini birleştiren
bir toplum düzeni yaratmayı başarabilir. Asıl cennet o toplum olacaktır. Böyle bir şeyin mümkün olup
olmadığı ayrıca bir tartışma konusudur. Bu çalışmanın sınırları içerisinde bu tartışmaya girmek yersiz
olacaktır.
4.1.2 Avcılığın Gelişimi
Toplayıcılık dönemi oldukça çok şey kazandırdı insanlığa. Hayatın akışı içerisinde insanlık her geçen
gün yeni şeyler öğreniyordu. Toplayıcılık faaliyetlerini kolaylaştırmak için geliştirilen çeşitli aletler
zamanla toplayıcılık dışında başka ekonomik faaliyetlerin de mümkün olabileceğini ortaya çıkardı.
İnsanlık bu olasılıkları fark ettikçe ilgisi başka alanlara kaydı.

108
İlk aletler; sivriltilmiş taşlardan ibaretti. Afrika’da, Batı Avrupa’da ve Hindistan’ın güneyinde bulunan
kalıntılardan öğrendiğimize göre bunları yine taşlardan yapılan el baltaları izledi.164 Bu aletler,
yenebilir bitki köklerini çıkarmak için kullanılmış olabilirler.165
4.1.2.1 Yeni Buluşlar ve Avcılık
Bazı bitkilerin sert kökleri vardı. Bunlar parçalandığında ise içinden lezzetli yiyecekler çıkıyordu. Bu
amaçla taş parçalarının uçları sivriltildi. Bunlarla kökler daha rahat parçalanabiliyordu. Aynı zamanda
bu tarz araçlarla toprağı kazmak daha kolay oluyordu.
Ürünlerin toplandığı alandan kampa kadar taşınması ciddi bir problemdi. Bu problemi
çözümleyebilmek daha fazla ürünün toplanarak kampa götürülmesini sağlayacaktı. Kısa bir süre sonra
ilk mucitler bu soruna bir çözüm buldular. Çeşitli bitkilerden yararlanarak sepet örme tekniği
geliştirildi. Bu sepetler kullanılarak çok daha fazla bitkisel gıda kolaylıkla kamp alanına taşınabildi.
166
Bunlar ve benzeri pek çok aygıt toplayıcılık faaliyetinin kolaylaştırılması amacıyla geliştirildi. Ne var
ki bu aygıtlar farklı amaçlarla da kullanılabilirdi. Sivriltilmiş taşlarla avcılık da yapılabilirdi.167
Sivriltilmiş bir taş parçası uzun bir kamışın ucuna bağlandığında ise ortaya ilk mızrak çıkmış oldu.168
Bu aygıt aynı zamanda; tabiatta doğal olarak sahip oldukları yeteneklerle avlanan hayvanların gücünü
insana veriyordu. Mızrak sayesinde, insan pumanın hızına aslanın pençelerine sahip oldu. Böylelikle
insanoğlu da artık hayvanlar gibi avlanabiliyordu. Yeni bir üretim faaliyeti olan avcılık keşfedilmişti.
164 Childe, Gordon, Childe, Gordon, TARİHTE NELER OLDU, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1995, sf 32
165 a.g.e sf 33
166 Akgezer, Bülent, PANDORA, http://www.erkekadam.com/erk/erk.asp?mak_id=56
167 Childe, Gordon, a.g.e, sf 33
168 Eryaman, MEDENİYETLERİN DOĞUŞU ÜZERİNE BİR İNCELEME,
http://www.mevsimsiz.com/yazi.asp?id=3168

109
Zaman içerisinde; mızrak, ok, yay gibi araçların geliştirilmesi ile beraber avcılık ön plana çıkmaya
başladı. Artık bu yeni teknolojilerin yardımıyla çeşitli hayvanlar avlanmakta, yine daha önce olduğu
gibi kabile içerisinde hep birlikte tüketilmekteydi. Avcılık tıpkı toplayıcılık gibi yoğun bir işbölümünü
gerektiren bir işti. Hayvanların gözlenmesi, davranışlarının analiz edilmesi, iş bölümü halinde
hayvanın tuzağa düşürülmesi ve öldürülmesi gerekiyordu. Tüm bunlar ancak sıkı bir işbölümü ile
mümkün olabilirdi. 169
Avcılık aynı zamanda toplayıcılıktan farklı olarak daha yoğun bir biçimde fizik kuvvet gerektiriyordu.
Mızrağı fırlatacak kol ne kadar kuvvetliyse o kadar başarılı olabiliyordu. Aynı şekilde hayvanın
peşinde uzun süre koşmak, onu tuzağa çekmek ve gerektiğinde hayvanla boğuşmak dayanıklılık
gerektiren işlerdi.
4.1.2.1 Avcılığa Bağlı Yeni Cinsel İşbölümü
Doğal yapı itibarıyle erkekler fizik güç açısından kadınlardan daha avantajlı bir konumdaydılar. Yayı
güçlü germek, mızrağı daha uzağa atmak hep kaba kuvvete dayanan işlerdi. Bu kuvvet ise erkekte
vardı. Mantıklı olan şey avcılık faaliyetinde erkeklerin ön planda yer almasıydı. Aksi halde avın
verimliliği düşecekti.
Avcılığın ortaya çıkması ile beraber toplumlar iki temel ekonomik faaliyeti birlikte yapmaya
başladılar. Bu dönemlerde toplumlar aynı anda hem avcı hem de toplayıcı özellik gösterdiler. Bu farklı
meslekler aynı zamanda cinsler arası bir işbölümünün meydana gelmesine neden oldu. Kadınlar
toplayıcılık yaparken erkekler avcılık yapmaya başladılar. 170
169 Sewell, Rob, MARKSİZM VE ANTROPOLOJİ: ENGELS’İ SAVUNURKEN,
http://www.marksist.com/BilSan/Rob%20Sewell-%20Marksizm%20ve%20Antropoloji.htm
170 Thompson, George, a.g.e, sf 32

110
Bu dönemin başlarında hem toplayıcılık hem de avcılık topluluk için eşit önem taşıyan işlerdi. Her iki
ekonomik faaliyette eşit derecede önemliydi. Birinin diğerine göre üstünlüğünden bahsetmek çok
güçtü. Çünkü hem avcılık konusunda ki deneyimler çok sınırlıydı hem de av teknolojisi çok geriydi.
Bu denge durumuna bağlı olarak cinsler arası ilişkilerde de denge korundu. Dönem genel olarak kadın
ve erkek arasındaki güç ilişkisinin dengede olduğu bir zaman aralığı oldu. Geçmişten miras alınan
anaerkil gelenekler büyük ölçüde varlığını devam ettirdi. Kadınların doğurganlıktan kaynaklanan özel
konumu halen varlığını sürdürüyordu. Buna bağlı olarak avcı-toplayıcı toplulukların yaşadıkları
mağaralarda doğurganlığı simgeleyen kadın simgelerine rastlanabiliyordu.171
Yine de bir şeyler değişmeye başlamıştı. Avcılığın gelişmesi ile beraber; gelecekte savaşçılığın
kutsallaşmasını sağlayacak olan bazı toplumsal değerler ortaya çıktı. Bir başka canlının ölümüyle
sonuçlanan bir savaştan galip çıkmak, muzaffer olmak topluluğun yararına olan bir değer olarak kabul
edildi. O güne kadar ölüm hep olumsuz bir fikirdi. Çünkü her ölen kabile üyesi topluluğun devamı için
çok önemli olan nüfusun eksilmesine yol açıyor, her kabile üyesine ekstra sorumluluklar yüklüyordu.
Avcılık ise, bir başka canlının ölümünün topluluk için yaşam kaynağı olabileceğini gösterdi.
Böylelikle ölüm karşısında günümüze kadar gelen ikircikli tutum ortaya çıkmış oldu.
Av araçları ve teknikleri geliştikçe avcılığın topluluğa getirisi, toplayıcılıktan çok daha fazla olmaya
başladı. Toplayıcılıkla elde edilebileceğinden çok daha fazla gıda maddesi avcılıkla elde
edilebiliyordu.
Avlanan hayvanların pişirilerek daha lezzetli olduğunun fark edilmesi topluluk için yeni bir faaliyetin
ortaya çıkmasına neden oldu. Toplayıcılıkla uğraşan kadınların bir bölümü bu işi üzerlerine aldılar.
Yemek pişirmek toplayıcılıktan farklı olarak dolaysız bir ekonomik faaliyet değildi. Kadınlarla
ekonomik faaliyet arasında bir kopuş meydana geliyordu.
171 Eryaman, a.g.e

111
Toplayıcılığın etkisi azalıp avcılık belirleyici hale geldikçe kadının konumu da aynı şekilde sarsılmaya
başladı. Çünkü artık erkeğin hakim olduğu, yönlendirdiği ekonomik faaliyet daha önemli geliyordu.
Erkeğin ekonomik gücü arttıkça toplumdaki ağırlığı da arttı. Artık kadın; ekonomik faaliyeti ve genel
olarak toplumsal hayatı düzenleyen kararların alınmasında erkeğin kadından daha büyük bir ağırlığı
vardı.
Eski anaerkil gelenekler bir çırpıda ortadan kalkmadı. Ama eski güçlerini de koruyamadı. Maddi
üretim alanında; erkeklerin rolünün daha ayrıcalıklı hale gelmesi giderek kadının anaerkil gücüne bir
direnç gelişmesini sağladı.
Üreme sürecinde erkeğin de kadının ki kadar önemli bir rolünün olduğu anlaşılmaya başlandı. Üreme
artık kadının sihirli bir gücü olarak algılanmıyordu. Cinsel ilişkinin üreme sürecinde ne kadar önemli
olduğu anlaşılmıştı. Belli bazı kurallar ve cinsel yasaklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Geçmişte kadına
duyulan korku ve saygıyı belirleyen doğurganlık özelliği giderek daha az şaşırtıcı bir olgu olarak
algılanmaya başlandı.
Toplumsal yapı içerisinde anne figürü kadar baba figürü de belirginleşti. Eşit olmasa da anneye yakın
bir güç unsuru olarak baba ön plana çıktı. Özellikle üreme süreci söz konusu olduğunda artık, anne ve
baba eşit iki öğe olarak değerlendiriliyordu. Bu eşitliğe ekonomik faaliyet alanında erkeğin egemenliği
eklenince anaerkil gelenekler ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldılar.
Avcılığın topluluğun temel ekonomik faaliyeti haline gelmesi giderek bu gelişmeleri hızlandıracak,
anaerkil geleneklerin karşısına yeni ataerkil gelenekleri çıkaracaktı.
4.1.3 Bahçe Tarımının Ortaya Çıkışı
Avcılığı ve toplayıcılığı beraber devam ettiren toplumlarda, toplayıcılık kadınlara özgü bir meslek
haline gelmişti. Erkekler ise avcılık yaptılar.

112
Avcı-toplayıcı toplumların kadınları, toplayıcılık faaliyetini gerçekleştirirken doğanın temel
kanunlarına ilişkin çok şey öğrendiler. Atalarından hangi bitkilerin yenebiler hangi bitkilerin zehirli
olduklarını anlatan büyük bir miras devralmışlardı. Bu miras daha da zenginleştirilerek yeni kuşaklara
nakledildi. 172
Toplayıcılık yapan kadınlar kısa zamanda bitkilerin nasıl yetiştiğini anladılar. Tohumların toprağa
düşmesiyle, bitkinin ortaya çıkması arasındaki bağlantıyı keşfettiler. Mevsimlere bağlı olarak
bitkilerin geçirdiği değişimler onlar için dikkat çekiciydi. Isı farklarının bitkilerin gelişimi için ne
kadar önemli olduğu anlaşıldı. Farklı bölgelerde farklı bitkilerle karşılaştıklarından, her bitkinin her
toprakta yetişmediğini anladılar.
Tüm bu bilgi birikimi büyük bir devrimi müjdeliyordu. On binlerce yıllık deneyim, bitkilerin
yetişmesinin bir süreç olduğunu insanlara öğretmişti. Bu sürecin kontrol altına alınabileceğini
keşfeden kadınlar bir bakıma tarımın mucidi oldular. Tohumları kullanarak, daha önce topladıkları
kendiliğinden yetişen bitkileri diledikleri alanlarda kontrollü bir biçimde ürettiler.
173
Ne var ki bu küçük ölçekli tarım faaliyetini gerçekleştirmek bazı doğal koşulların varlığına bağlıydı.
Nemli iklime sahip bölgelerde doğal olarak sulanan topraklar vardı. Buralarda küçük çaplı bahçe
tarımı yapmak ise; böyle büyük bir sulama faaliyeti olmadan da mümkün olabiliyordu. En önemlisi
ise, bahçe tarımı ile elde edilen ürünün, hem toplayıcılık hem de avcılıkla elde edilenden çok daha
fazla olmasıydı. Dolayısıyla, doğal olarak sulanabilen ılıman iklime sahip bölgelerde yaşayan halklar
büyük bir hızla bahçe tarımını temel ekonomik faaliyet olarak kabul ettiler. Kurak bölgelerde
172 Childe, Gordon, a.g.e, sf 33
173 a.g.e, sf 56

113
yaşayanların ise böyle bir şansı olmayacaktı. Akdeniz kıyıları 174 ve Güneydoğu Asya bölgesi; bahçe
tarımını temel ekonomik faaliyet olarak benimseyen toplulukların yaşadığı bölgeler olmuşlardır.
Bahçe tarımını mümkün kılan bilgi ve teknoloji kadınlar tarafından topluma aktarılmıştı. Üstelik bahçe
tarımı tıpkı toplayıcılık gibi her iki cinsin birlikte çalışmasını mümkün kılıyordu. Çünkü yoğun bir
fizik gücü gerektirmiyordu. Böylelikle, bahçe tarımının temel ekonomik faaliyet haline geldiği
toplumlarda her iki cinste eşit bir şekilde üretim faaliyetine katıldılar.
Bu yeni gelişme; avcılıkla beraber sarsılan anaerkil geleneklerin yeniden güçlenmesine; toplayıcılık
döneminde yaşanan anaerkil geleneklere göre farklılaşmış da olsa varlığını devam ettirmesine olanak
sağlıyordu. 175 Nitekim, bahçe tarımını temel ekonomik faaliyet olarak benimseyen Güneydoğu
Asya176 ve Akdeniz kıyılarında177 yaşayan toplumlarda; anaerkil çok daha uzun bir süre varlığını
korudu.
Bu toplumlarda anaerkil dönemin barışçı toplumsal değerleri egemen olmaya devam ettiler. Bahçe
tarımını temel ekonomik faaliyet olarak yapan toplumlarda savaşa gerek yoktu. Kabileler küçük
arazilerde kendilerine yetecek kadar tarım üretimi yapıyorlardı. Savaş çok özel ve istisnai gerekçelerin
sonucunda meydana gelen bir olaydı. Genellikle de yabancı istilacılardan kaynaklanıyordu.
Bu maddi koşullara bağlı olarak bahçe tarımı yapan anaerkil topluluklarda savaş teknikleri gelişmedi.
4.1.4 Çobanlığın Ortaya Çıkışı
Avcılık dönemi; insanların diğer canlı varlıklarla güçlü bir etkileşim içerisine girmesine olanak
sağladı. Bir hayvanı avlayabilmek için ona fark ettirmeden yaklaşmak çok önemliydi. Fiziksel olarak
174 Saran, Nephan, a.g,e, sf 213
175 Berktay, Halil, a.g.e, sf 93
176 Saran, Nephan, a.g.e, sf 229
177 a.g.e, sf 219

114
doğadaki diğer varlıklardan daha zayıf olan insanların, onları avlayabilmeleri ancak teknik ve bilgi ile
mümkün olabilirdi. Bu canlıların davranışlarını gözlemleyen insanlar onlara nasıl daha fazla
yaklaşabileceklerini anlamaya başladılar. Hayvanların beslenme ve üreme dönemlerini, onların
canlılık faaliyetlerinin temelini oluşturan çeşitli davranışlarını tanıdılar. Giderek hayvanların
evcilleştirilerek kontrol alınabileceğini keşfettiler. Hayvanların evcilleştirilmesi ile avcılık faaliyeti
birbiriyle iç içe gelişti.178
Hayvanları evcilleştirme faaliyeti başlangıçta çok sınırlı bir şekilde mümkündü. Sürü halinde
yaşamayan, avcılık faaliyetinde insana yardımcı olabilecek çeşitli hayvanlar ilk evcilleştirilenler oldu.
İnsanoğlunun ilk evcilleştirdiği hayvan köpekti. Köpek av faaliyetinde insanlara yardımcı olması için
kullanılıyordu.179
Her geçen gün bilgi ve tekniğin gelişimi büyük sürüler halinde yaşayan hayvanların da
evcilleştirilebilmesine olanak verdi. İlk evcilleştirilenler koyun, sığır, keçi ve domuz oldu.180Sürü
halinde yaşayan hayvanların evcilleştirilmesi; çok yönlü olarak insanlara fayda getiren bir eylem oldu.
Bu hayvanlar ciddi anlamda besin kaynağıydılar. Her türlü hayvansal gıdanın teminine olanak
sağlıyorlardı.
Böylelikle yeni bir ekonomik faaliyet ortaya çıkmış oldu: Çobanlık. Çobanlık özellikle kurak iklim
özelliği gösteren coğrafi alanlarda toplulukların temel ekonomik faaliyeti haline geldi. Orta Asya ve
Orta Doğu toplumlarında çobanlık temel ekonomik faaliyet olarak yaygınlaştı.181 Bu bölgelerde
yaşayan kimi insan toplulukları ise küçük çaplı bahçe tarımıyla hayvancılığı birlikte yürüten karma
topluluklardı.182
178 Childe, Gordon, a.g.e, sf 48
179 a.g.e, sf 43
180 Saran, Nephan, a.g.e, sf 212
181 a.g.e, sf221,222,223
182 Childe, Gordon, a.g.e, sf 48

115
Çobanlık faaliyetinin hakkıyla sürdürülebilmesi büyük ölçüde doğal kaynakların yeterliliğine bağlıydı.
Büyük sürülerin beslenmesi için geniş otlak alanlarına ihtiyaç vardı. Çobanlıkla beraber insanlık daha
önce hiç olmadığı kadar tüketici konuma geldi. Dev sürüler otlaklarda bitkileri kısa zamanda silip
süpürüyordu.
Çobanlıkla geçinen insan toplulukları varlıklarını sürdürebilmek için sürünün devamlılığını sağlamak
zorundaydılar. Bu ise ancak yeni otlak alanları bulmakla mümkün olabilirdi. Çobanlıkla geçinen
göçebe insan toplulukları böylece sürekli yeni otlak alanları bulmaya dayanan hareketli bir yaşama
başlamış oldular.
Gittikleri arazilerde karşılarına başka kabileler çıkıyordu. Onlarda ya kendileri gibi çobanlıkla
geçiniyorlar ya da diğer ekonomik faaliyetleri gerçekleştiriyorlardır. Her kabile diğerlerine karşı kendi
otlak alanlarını korumak zorundaydı. Aksi halde dışarıdan gelenlerle kendi otlak alanını paylaşmak
zorunda kalacaktı ki bu kendi kabilesinin o alandan daha az faydalanması anlamına geliyordu.183
İnsanlık tarihinde sistemli bir faaliyet olarak savaşın başlangıcı tam da bu döneme denk gelmektedir.
Her kabile bir zamanlar avcılık döneminde kullandıkları çeşitli silahları bu kez diğer kabilelere karşı
kullanmaya başladı. Egemenlik alanlarına giren yabancı düşmana karşı giderek tüm nüfus silahlandı.
Geçmişte av hayvanlarına karşı kullanılan tuzak stratejileri bu kez otlak alanına giren düşmana karşı
kullanıldı.
Savaş sadece savunmanın bir aracı değildi. Aynı zamanda çeşitli nedenlerle kendi otlak alanlarını
kaybeden ya da doğal koşullar nedeniyle otlak alanları yok olan kabileler diğerlerinin otlak alanlarına
yöneldi. Bu savaş anlamına geliyordu. Teknik,bilgi ve nüfus üstünlüğü olan kabile diğerine karşı
büyük bir zafer kazanıyor ve onun otlak alanını ele geçiriyordu. Yenilen kabilenin tüm üyeleri ise
vahşi bir şekilde öldürülüyorlardı.
183 Berktay, Halil, a.g.e, sf 83

116
Bu dönemde çobanlığı mümkün kılan bilgi ve teknik erkeklerin elinde olmuştu. Çünkü avcılık
döneminden itibaren cinsler arası ekonomik işbölümünde, hayvanlarla ilişkiye dayanan bu alan erkeğe
ait kabul edilmişti. Çobanlığa geçen avcı toplumlarda kısa bir sürede bu ekonomik faaliyet tartışılmaz
bir şekilde temel ekonomik faaliyet olarak kabul edilmişti. Bununla beraber kadınların ekonomik
hayatla olan bağlantısı tamamıyla kesilmiş oldu. Artık onlara düşen erkeğin denetiminde ekonomik
faaliyetin bir ürünü olan hayvansal gıdayı kamp alanına tüketilmeye hazır hale getirmekti. Yani temel
toplumsal faaliyetleri yemek pişirmekti.184
Çobanlığı temel ekonomik faaliyet olarak benimseyen toplumlarda kadınların tarihten gelen anaerkil
geleneklerinin ortadan kaldırılması çok hızlı gerçekleşti.185 Erkekler bütünüyle ipleri ellerine aldılar.
Ataerkil aile yapısı temel hale geldi. Kadınların eskiden gelen özgürlükçü alışkanlıklarının ortadan
kaldırılması için büyük bir baskı uygulandı.
Çobanlık özellikle kurak iklim yapısının hakim olduğu bölgelerde hızla hakim ekonomik faaliyet
haline geldi. Çünkü bu alanlarda bahçe tarımı yapılması hemen hemen hiç mümkün değildi. Tıpkı
yaşadıkları iklimin sert ve kurak olması gibi, çoban toplumlardaki temel toplumsal değerler aynı
ölçüde sert ve kurak oldu. Savaşın artık bir zorunluluk haline gelmesi ile beraber, savaş ve savaşçılık
toplumsal değerlere dönüştü. Savaşlarda daha fazla insan öldürmeyi başaranlar kahraman ilan edildi.
Kadınlara özgü kabul edilen duyarlılık, sezgi ve esneklik gibi değerler aşağılanırken, erkeklere özgü
olduğu düşünülen sertlik, acımasızlık, kaba kuvvet ve öfke yüceltildi. Oysa ki bu değerler ne erkeğe ne
de kadına özgü değerlerdi. Bunlar tamamıyla toplumsal örgütlenmeye bağlı olarak bir cinse özgü hale
geliyordu. Nitekim cinsler arası işbölümünün tamamıyla farklı olduğu çok sayıda toplumun varlığı
bilinmektedir. 186
4.2 Kadının İkinci Plana İtilmesi
184 Nephan, Saran, a.g.e, sf 212
185 Berktay, Halil, a.g.e, sf 92
186 Saran, Nephan, a.g.e, sf 134

117
Böylelikle; insan topluluklarının önünde hayatlarını devam ettirmek için yapabilecekleri belli başlı 4
ekonomik faaliyet vardı. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarım. Çevre koşulları hangisine izin veriyorsa
o ekonomik faaliyet ön plana çıktı. Doğal olarak iyi sulanan bölgelerde küçük çaplı bahçe tarımı
yapılmaya başlandı. Bu ekonomik faaliyeti yapan topluluklar geçimlerini devam ettirebilmelerine
yeterli olacak kadar tarım ürünleri yetiştirebiliyorlardı. Daha kurak bölgelerde, çöl bölgelerinde ise
çobanlık ön plana çıktı. Bu bölgelerde doğal sulama söz konusu olmadığından, sulama teknikleri
geliştirilene kadar tarımın temel ekonomik faaliyet olması mümkün olamayacaktı.
Anaerkillik her yerde eski gücünü kaybediyordu. Ne var ki insan topluluklarının uzmanlaştıkları
ekonomi faaliyete bağlı olarak bu zayıflamanın düzeyi farklılaşıyordu. Çoban ve çoban-tarımcılar
hızla ataerkil yapıya evrilirken, bahçe tarımı ile uğraşanlarda anaerkil kimi özelliklerini koruyabildi.
Sayıları her geçen gün biraz daha azalan toplayıcı ve avcı-toplayıcı toplumlar ise anaerkil
geleneklerini muhafaza ettiler.
4.2.1 Çoban Aşiretler Anaerkilliğin Tasfiyesi
Ağırlıklı olarak çobanlıkla geçinen halklarda ana soyundan gelmenin ortadan kalkması çok hızlı ve
keskin bir şekilde gerçekleşti.187 Kadınlar egemenlik altına alınarak güçleri kırıldı. Eski toplumun
güçlü kadın kişiliğinin yerine zayıf, kişiliksizleştirilmiş bir kadın tipi getirildi. Dünyanın her yerinde
çobanlığın uzun sürdüğü ve ağır bastığı toplumlarda kadının bastırılması daha belirgin bir biçimde
oldu.188 Çobanlık tıpkı avcılık gibi kaba kuvvete dayandığı; başlangıçtan beri erkeğin sahip olduğu av
araçları ile gerçekleştirilebildiği için erkeğin ekonomik gücünün artmasına neden oldu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi çobanlık döneminde kabileler otlak alanları için birbirleriyle sonu
gelmeyen savaşlara tutuştular. Bu savaşlar savaşçı erkek kişiliğini ön plana çıkardı. Savaşçılık erkeğe
187 Thompson, George, a.g.e, sf 32
188 Berktay, Halil, a.g.e, sf 79

118
özgü olduğu kabul edilen bir değerdi. Çünkü savaş, avcılık döneminde hayvanları avlamak için
kullanılan araçlarla yapılıyordu.
Avcılık döneminde, bu ekonomik faaliyet toplumsal işbölümü içerisinde erkeklerin görevi olduğundan
erkekler bu araçları kullanmakta uzmanlaşmışlardı. Avcılık, ortaya çıkmakta olan “erkek kişiliğinden”
şefkat duygusunun uzaklaşmasını, acımasızlığın kökleşmesini sağlamıştı. Şimdi çobanlıkla beraber
savaş zorunlu bir faaliyet haline gelince bu “erkek kişiliği” savaşlarda ön plana çıkmaya başladı.
Kimileri bu karakter özelliklerini daha fazla taşıyorlardı. Bunlar savaşlarda ön plana çıkıyor, zaman
zaman aynı savaşçılığı kendi kabile üyelerine karşı da kullanabiliyorlardı. Toplumsal olarak ortaya
çıkarılan ürünlerden, diğer kabile üyelerinden daha fazla yararlanmaya başladılar.189 Çobanlıkla
beraber savaşçılık makbul bir değere dönüştüğünden; bu karakterler kısa zamanda kabile içerisinde
sözü dinlenilen, güçlü liderlere dönüştüler.
Lider kişiliği, çobanlığın temel ekonomik faaliyet olduğu toplumlar için artık bir ihtiyaçtı. Savaş ancak
güçlü bir hiyerarşi ile kazanılabiliyordu. Hiyerarşiyi sağlamak, liderliğini kabul ettirmek ise ancak
savaşçı kişiliği en fazla taşıyanların yapabileceği bir şeydi. Gün geçtikçe bu liderlerin toplumsal gücü
arttı. Zamanla sadece savaşlarda değil barış zamanında da toplumları üzerinde tahakküm kurmaya
başladılar.
Kadınlar ise toplayıcılık ve avcı-toplayıcılık dönemleri boyunca bütünüyle başka kişilik özellikleri
kazanmışlardı. Doğayla uyum duygusu, doğaya saygı, canlılığa saygı, sezgi gücü ve toplumsal uyumla
bezenmiş bu karakter özellikleri, otlak alanları için verilen mücadelenin dayattığı savaşlarda hiçbir işe
yaramazdı. Bu yüzden kadın kişiliği bu topluluklar tarafından aşağı görüldü. Anaerkil zamanlardan
kalan kadın liderler hırpalandılar. Kısa zamanda onlarda erkek liderlerin otoritesini kabul etmek
zorunda kaldı.
189 a.g.e, sf 98

119
Bu kabullenişte rızadan çok zorunluluklar belirleyici oldu. Çünkü ancak erkek kişiliğinin başarılı
olabileceği savaş artık bir zorunluluktu. Savaşmayı reddedenler veya başaramayanlar başka kabileler
tarafından büyük bir vahşetle katlediliyorlardı. Bu gerçeğin baskısı altında; geçmişin güçlü kadın
kişiliği kendisine uygun görülen toplumsal rolü kabullendi. Bu rol günümüzün kavramlarıyla ifade
edersek mutfağa kapanmak anlamına geliyordu. Geçmişte, toplayıcı ve avcı toplayıcı toplumlarda
kadın kamp alanının dışında gerçekleştirilen ekonomik faaliyetlerin bir parçasıydı. Ne var ki şimdi
kamp alanına hapsoluyordu. Dönemin temel faaliyeti olan çobanlık erkeklerin elindeydi. Kadına ise
yemek pişirmek ve yeni savaşçılar yetiştirmek kalıyordu.
Bahçe tarımını ve çobanlığı birlikte yürüten kimi toplumlarda çok kısa bir süre için kadın ve erkek
arasında bir denge durumu yaşanmıştı. Ne var ki bahçe tarımı, küçük el sopaları yerine öküzün çektiği
sabanla yapılmaya başlandıktan sonra; kadın bu ekonomik faaliyet üzerinde ki üstünlüğünü kaybetti.
Çünkü hayvanlar; avcılık ve çobanlık dönemlerinde erkeklerin egemenlik alanında olmuşlardı.
Tarımda hayvanların kullanılmaya başlanması; bu alanın da erkeğin denetimine geçmesine neden
oldu. 190
Kadınların direnişi ister istemez her yerde çok sınırlı kaldı. Çünkü bu değişim maddi koşulların
dayattığı bir zorunluluktu. Ataerkil toplumsal örgütlenmeye geçilmeksizin, kabilelerin hayatta kalması
mümkün değildi. Ciddi bir direniş tam anlamıyla bir istisnaydı. Bugün varlığına çoğu sosyal
bilimcinin şüpheli yaklaştığı amazonların böyle bir direnişin ender örneklerinden olduğu
düşünülmektedir. Bir yoruma göre; Amazonlar Anadolu’nun Kafkas kökenli yerli halklarındandır.
Ataerkil Hitit devletinin baskısıyla bu topluluklarda ataerkilleşme eğilimleri belirmiştir. Yorumcuya
göre; bu topluluklar böyle bir geçişe yeterince hazır olmadıklarından kadınlar büyük bir direniş
göstermiş; erkeklerin egemenlik alanında olan avcılık, çobanlık ve savaşçılık gibi faaliyetleri de
onların ellerinde almışlardır. Bir yandan anaerkil gelenekleri devam ettirirken, bir yandan da savaşçı
özellik göstermişlerdir. Meşhur amazon savaşçıları; işte bu ataerkilliğe direnen kadınlardır. Bu yorum
190 a.g.e, sf 92

120
çok sağlam gözükmemekle beraber, bizim konumuz açısından ilgi çekicidir.191Genel olarak
baktığımızda; ataerkilliğin çoban kabilelerde yerleşmesi çok hızlı ve sert bir geçişle mümkün
olmuştur.
Bu kabilelerde yaşayan kadınlar birkaç kuşak sonra eski geleneklerini tümüyle unuttular. Doğaya
açıklıkları, dışa dönüklükleri kayboldu. Zihinsel yetenekleri köreldi. Geçmişteki üstün konumlarını
yitirdiler. Bu durum yeni liderlerin çok işine geliyordu. Böylelikle bir zamanlar kadınların hakim
olduğu anaerkil toplumu bütünüyle insanlarına unutturabileceklerdi. Günümüze kadar devam eden
büyük bir yalan uydurdular. Erkek egemenliğinin, savaşın ve tahakkümün en başından beri var
olduğunu. “Anaerkil toplum hiç yaşanmadı!” diyenler halen bu geleneğin takipçileridir.
4.2.2 Bahçe Tarımı Anaerkilliği Yaşatıyor
Yukarıda açıkladığımız süreç yaşanırken, nemli bölgelerde yaşayan topluluklar ağırlıklı olarak bahçe
tarımı yoluyla geçinmeye başladılar.192 Kadınların ekonomik yapı içerisindeki konumunu bir süre daha
korumasına olanak veren bu yapıda eski gelenekler kısmen varlığını sürdürdü.193 Bahçe tarımında
kadın toplayıcılık döneminde bitkilerle edindiği deneyimler sayesinde üretim faaliyetinin merkezinde
yer alıyordu. Hangi bitkinin hangi toprakta yetişebileceği gibi teknik bilgiler kadınların
kontrolündeydi. Avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler toplayıcılığı kadınlara bıraktıklarından bu
deneyimden yoksun kalmışlardı. Tarımsal faaliyete ilişkin bilgi üstünlüğü kadınlara büyük bir avantaj
sağlıyordu.
Bahçe tarımı ile geçinen topluluklarda, çoban toplulukların aksine savaş bir zorunluluk değildi. Bu
topluluklar en azından fetih düşüncesine yabancıydılar. Kendi alanlarında bulunan küçük bir toprak
parçasında kabilelerini doyurmaya yetecek kadar tarım yapabiliyorlardı. Bu topluluklar için ancak
191 Özveri, Ümit, AMAZONLAR SÖYLENCESİ, http://www.geocities.com/Athens/Agora/2190/amazon.htm
192 a.g.e sf 95
193 Thompson, George, a.g.e sf

121
yabancı bir düşmanın karşısında savunma savaşı gündeme gelebiliyordu. Bu yüzden bahçe tarımı ile
geçinen topluluklarda savaş ve savaşçılığa ilişkin değerler asla belirleyici olmadı.
Buna karşılık bahçe tarımı ile geçinen toplumlarda doğayla ilişki ön plana çıkıyordu. Tabiatla uyum
içerisinde üretim yapmayı öğrendikleri için doğaya saygı onların toplumsal değeri haline geldi. Aynı
şekilde üretim kolektif bir biçimde yapılıyordu. Her birey tarım sahasında el birliği ile çalışıyor, hasat
ortak bir şekilde paylaşılıyordu. Bu maddi zemin toplumsal uyum duygusunun toplumsal bir değer
haline gelmesini sağladı.
Kadınlar toplumun merkezinde yer almaya devam ettiler. Savaş olmadığı için, liderlik kurumu
gelişmedi ama üretim faaliyetinin düzenlenmesinde kadınlar teknik bilgilerini toplumun hizmetine
sundular. Bu topluluklarda; liderin toplumsal ağırlığını artıran sürekli savaş gibi özel bir faktör söz
konusu olmadığından; güçlü kişiliklerin toplumsal üretime el koyması belirgin bir hal almadı.194
Benzer bir şekilde bu topluluklarda karmaşık yönetim sistemleri ortaya çıkmadı. Büyük merkezi
devlet yapıları hemen hiç gelişemedi, en fazla üretim faaliyetinin düzenlenmesi için oluşturulmuş yerel
örgütlenmeler var oldu.195
Bahçe tarımı ile geçinen anaerkil toplulukları en iyi tanımlayan ifade onların barışçı insan toplulukları
olmasıdır. Bu özellikleri ataerkil çobanların karşısında hem zayıf hem de güçlüydüler.
4.2.3 Ataerkil Kişilik Anaerkil Kişiliğe Karşı: Savaş ve Barış
Bu iki ekonomik faaliyetten hangisinin kabile içerisinde belirleyici olduğu, kadının yaşadığı
toplumdaki sosyal konumunu belirledi.
194 Berktay, Halil, a.g.e, sf 100
195 Saran, Nephan, a.g.e, sf 231

122
İklim ve çevre şartlarının durumuna göre topluluklar bahçe tarımını ya da çobanlığı tercih
etmekteydiler. Daha nemli bir iklim yapısına sahip olan Güneydoğu Asya, Hindistan coğrafyası ve
Akdeniz kıyılarında bahçe tarımı ön plana çıktı. Bu topraklar kadınların güçlü olduğu kültürlere ev
sahipliği yaptılar.196 Buna karşılık Orta Asya ve Orta Doğu coğrafyası ağırlıklı olarak kurak çöl iklimi
özelliği gösteriyordu. Bu bölgelerde yaygınlaşan çobanlık; kısa sürede kadınların tamamıyla
kişiliksizleştirilip toplumdan dışlandığı kültürleri meydana getirdi.197 Toplumların kadını nasıl
konumlandırdığı onların tüm yapılarının nasıl olacağını belirledi. İki ayrı ekonomik, cinsel ve kültürel
model ortaya çıktı.
4.2.3.1 Ataerkil Kişilik: Asabiyet ve Mülk
Başlangıçta ataerkil kültürün en belirgin bir biçimde ortaya çıktığı bölgeler belirgin bir çölleşmenin
olduğu Arap yarımadası ile Orta Asya bozkırlarıdır.198 Bu bölgelerin; bu kadar belirgin bir ataerkil
özellik göstermesi iklim yapısı ile doğrudan ilişkilidir. Kurak iklim yapısı bahçe tarımının
gerçekleştirilmesini büyük ölçüde engelliyordu. Buna bağlı olarak bu bölgelerde avcı-toplayıcı
topluluklar büyük bir hızla çobanlığa geçmişlerdir. Bahçe tarımını neredeyse hiç tanımamışlardır.
Bu topluluklar hareketli yapıları dolayısıyla sürekli yer değiştirerek dünyanın diğer bölgelerine doğru
harekete geçmişler, o bölgeler ataerkil gelenekleri taşımışlardır. Bozkırlardan gelen Kurganlar,
İskitler, Sarmatyalılar, Hunlar, Araplar, Moğollar Avrupa içlerine kadar ilerleyerek kendi kültürel
formlarını bu bölgelerde yaygınlaştırmışlardır. 199
Çin’in kurak bölgelerinden gelen Şang ve Çu’ların; Çin’in daha nemli bölgelerine doğru yaptıkları
büyük akınlar bu bölgelerde de ataerkilliğin hızla yaygınlaşmasına yol açmıştır. Hindistan’ın
genellikle tarım temelli gelişmiş toplumlarının karşısına; Orta Asya’dan gelen, ataerkil Aryanlar
196 Demeo, James, ATAERKİLLİĞİN SAHARASYA’DA ORTAYA ÇIKMASI VE YAYILMASI,
http://www.geocities.com/rdurust/
197 Saran, Nephan, ANTROPOLOJİ, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1995, sf 213
198 Demeo, James, a.g.e
199 a.g.e

123
çıkmıştır. Aryan istilası İndus vadisinde yaşayan halkların alışılmadık tarzda koyu bir ataerkillikle
tanışmalarına yol açmıştır. Afrika’da ataerkil yoğunlaşma ilk olarak Kuzey Afrika’nın çölleşmesi ile
başlamış, bu halkların güneye göçü ile kıtanın içlerine doğru ilerlemiştir.200
Ataerkilliğin yaygınlaşması süreci sadece bu topluluklara özgü ekonomik faaliyetlerin yaygınlaşması
anlamına gelmemektedir. Bu süreç, aynı zamanda çok farklı bir değerler sisteminin bir diğeri üzerinde
tahakküm kurması, onu kendine tabi hale getirmesidir. Gerçektende ataerkil toplumsal yapılar ile
anaerkil toplumsal yapılar arasında manevi değerler anlamında çok büyük farklılıklar vardır.
Birincisi bir değer olarak savaşçılığın bu toplumlarda makbul olmasıdır. Bu toplumlarda erkeğin
toplumdaki üstünlüğü; savaş aygıtlarını kullanmadaki ustalığa dayanmaktaydı. Çobanlıkla geçinen
toplumlarda toplumun varlığının devamını sağlayan büyük ölçüde savaş kabiliyeti olduğundan; şiddete
yatkınlık ve savaşçılık giderek daha fazla toplumda kabul edilen kişilik özellikleri haline geldi.
Bu topluluklar sürü beslemekteydiler. Sürülerini otlatabilecekleri büyük alanlar için diğer ataerkil
kabilelerle savaşmak zorundaydılar. Savaşçılık bir değer olduğu andan itibaren, belirgin savaşçı
özellik gösteren bireyler topluluk içerisinde ön plana çıkmaya başladı. Bunlar savaşta ve barışta
toplumda liderlik yapmaya başladılar. Kazandıkları nam sayesinde kendilerinden korkuluyordu.
Bu kişilerle birlikte onlarla kan bağı bulunan en yakın akrabaları da kabile içerisinde hatırı sayılır
kişiler haline geldiler. Bunlar kabilenin diğer üyelerine karşı bir grup davranışı içerisine girdiler.
Öncelikle kendi gruplarının çıkarlarını koruyan aile ocaklarına dönüştüler.201 Bu yapı düşman
kabilelere karşı bir tehdit olduğu kadar aynı zamanda kendi kabilesinin üyeleri için de bir tehditti.
Çünkü onlar üzerinde de tahakküm kurmaya çalışıyordu.202
200 a.g.e
201 Berktay, Halil, a.g.e, sf 98-99
202 İbn-i Haldun, MUKADDİME, Dergah Yayınları, İstanbul, 1988, sf 429

124
Orta Doğu sosyolojisinin başyapıtı Mukaddime’de, İbn-i Haldun bu yapılara asabiyet adı
vermektedir.203 Asabiyet kelime anlamı olarak aynı ataerkil soydan gelenleri karşılar. Kabile içerisinde
her zaman tek bir asabiyet bulunmaz. Savaşçı özellik gösteren birden fazla asabiyetin bulunduğu
topluluklarda öncelikle asabiyetler arasında savaşlar yaşanır. Bu savaşlarda hakim olan en güçlü
asabiyet diğerlerini egemenlik altına alır.
Diğer kabileleri yenerek tahakküm altına alan asabiyet, kabileler üstü bir güce dönüşür. Ortaya çıkan
şey artık sıradan bir kabileden daha fazlasıdır. Devletle asabiyet arasında bir yerde durur.204 İbn-i
Haldun her asabiyetin, mülkü hedeflediğini anlatır. Mülk kabaca; temeli bir asabiyete dayanan;
çevresinde ki tüm toplulukları vergilendirerek kendi varlığını devam ettiren bir siyasal örgütlenme
olarak tanımlanabilir. Çevresinde yaşayan göçebe kabileler, tarımla uğraşan insan toplulukları ve eğer
gücü yetiyorsa diğer mülkler; mülk için bir vergi kaynağıdır. Asabiyet çevresindeki kabileleri
egemenlik altına alarak yeterince büyüdüğünde mülke dönüşür. İbn-i Haldun, tarihte sıkça
karşılaştığımız; Eski Mısır’dan Selçuklulara kadar geleneksel Orta Doğu devletlerini mülk olarak
adlandırır.
Mülkün tam olarak anlaşılabilmesi için İbn-i Haldun’un dışına taşmamız gerekmektedir. Mülk aslında;
ileri bir tarım toplumunun siyasal örgütlenmesidir. Asabiyetler ataerkil topluluklara özgü yapılar
olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle tamamıyla çobanlıkla geçinen kurak bölgelerdeki ataerkil
topluluklar; doğal olarak çok sayıda asabiyeti bünyelerinde barındırmaktadır. Bu kurak coğrafyalarda
tarım ancak sağlıklı bir sulama faaliyeti ile mümkün olabilir. Bu sulama istisnai olarak özel
durumlarda değil sürekli yapılmalıdır.205 Böylesi bir sulama faaliyeti ise; kanalların kazılmasını,
gerekli altyapının kurulmasını ve düzenli bakımı gerektirir. Bunun ise büyük bir toplumsal
organizasyon gerektirdiği açıktır.206Yeterince güçlenen bir asabiyet bu organizasyonu
gerçekleştirmeye adaydır. Bu organizasyon oluştuğu andan itibaren ise, asabiyet mülke dönüşmüş
203 İbn-i Haldun, a.g.e sf 451-433-416
204 İbn-i Haldun, a.g.e, sf 448
205 Childe, Gordon, a.g.e, sf 55
206 a.g.e sf 66

125
olur. Hiçbir mülk varlığını sonsuza dek koruyamaz. Çürüyen bir mülk, ortaya çıkan yeni bir asabiyet
tarafından ortadan kaldırılarak tasfiye edilir. Onun mirası üzerinde yeni bir mülk ortaya çıkar.207
Hem asabiyet hem de mülk; çobanlıkla beraber hakim hale gelen ataerkil kişiliğin üzerine kuruludur.
Asabiyetde kabile lideri, mülkde ise sultan; sahip olduğu varsayılan ataerkil güç özellikleri sayesinde
toplumsal örgütlenmenin odağında yer alır.
Bu kültürler temel ekonomik mantıkları dolayısıyla her zaman yayılmacı olmuşlardır. Çevrelerindeki
halklar üzerinde egemenlik kurarak onları kendilerine tabi kılarlar. Bu tabi kılma; vergi verme
zorunluluğunu içerdiği kadar aynı zamanda ataerkil değerleri kabul etme zorunluluğu anlamına da
gelir.
Çoğunlukla kurak bir coğrafyada ortaya çıkan ataerkil toplumsal yapı; nemli bölgelerde varlığını
sürdürmüş anaerkil toplulukların üzerine yürüyerek, bir değerler savaşı başlatır.
4.2.3.2 Yenilgiye Mahkum Bir Barış Ülküsü
Kadınların güçlü olduğu anaerkil gelenekleri koruyan toplumların temel ekonomik faaliyeti bahçe
tarımı ve toplayıcılıktır. Bu toplumlarda savaşçı özellik belirleyici bir yer tutmaz. Temel değerler
doğurganlık, toplumsal uyum, üretimde yaratıcılık gibi özelliklerdir. Bu toplumlarda asabiyet ortaya
çıkmaz. Çünkü rekabeti ve savaşı bilmezler. Asabiyetse, doğrudan doğruya savaşın üzerinde
temellenen bir toplumsal kurumdur.
Bu durum anaerkil gelenekleri sürdüren toplumların, ataerkil toplumlar karşısındaki yenilgisinin de
gerekçesidir. Savaşçı topluluklar kendi bölgelerini işgal ettiğinde onların karşısında direnemezler.
207 İbn-i Haldun, a.g.e, sf 486

126
Savaş teknikleri büyük ölçüde avcılık döneminde yaratılmıştır ve çoban topluluklar bu tekniklerin
taşıyıcısıdır. Her an birileri ile savaş halinde olduklarından, hem ruhsal hem de maddi olarak
vuruşmaya hazırdırlar. Buna karşılık anaerkil topluluklarda savaş bir istisnadır. İstilacı düşmanın
dayattığı bir zorunluluktur. Düşmanın karşısında direnmeye çalışırlar. Değerlerini ve topraklarını
korumak için ölümü göze alırlar. Ne var ki düşman güçlü ve deneyimlidir.
Dünyanın hiçbir yerinde anaerkil cennetlerin tarihi uzun sürmemiştir. Mutlaka başka bir yerlerden
gelen ataerkil savaşçılar bu toplulukların topraklarına göz dikmiş onlarla savaşmış, onları yenmiştir.
Tarihin bu döneminde yenilgi anaerkil toplulukların kaderi olmuştur.
4.3 Çingenelerin Tarihi Başlıyor
İnsanlık yukarıda açıkladığımız tarihsel noktaya ulaştığında aynı zamanda çingenelerin tarihi de
başlamış oluyordu. İnsanların yaşadığı her yerde giderek azalan sayıda toplayıcı, avcı-toplayıcı, avcı
toplumların yanı sıra; ağırlıkla çobanlık yapan ve bahçe tarımı ile uğraşan toplumlar vardı.
Bu dönem korkunç ve kanlı savaşların dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemdir. Çoban aşiretler
savaşçılıkları ile tüm diğer insan gruplarına diz çöktürüyorlardı. Yenilenler çaresizlik içerisinde
kaderlerine boyun eğdiler. Günümüz çingenelerinin ataları oldular.
4.3.1 Köleleştirilen Toplayıcılar
Çobanlık yaparak yaşayan, saldırgan bir yapıya sahip toplumlar birbirleriyle çeşitli gerekçelerle
savaşmaktaydılar. Bu sırada çevrelerinde henüz toplayıcılık yada avcı-toplayıcılık döneminin
başlangıç safhalarında bulunan gruplar vardı. Bu gruplar onlar gibi savaşçı ve saldırgan bir özellik
göstermiyorlardı.

127
Onlar barışçı ekonomik faaliyetlerini sınırlı bir alanda devam ettirmeye çalışmaktaydılar. Ne var ki
çoban aşiretler gün geçtikçe saldırganlaşıyordu. Yeni otlak alanlarına olan büyük ihtiyaçları onları
sürekli yeni topraklara yönelmeye zorladı. Girdikleri her toprağı egemenlik altına alıyor, buralara
kimsenin ekonomik bir faaliyet için girmesine izin vermiyorlardı.
Toplayıcılıkla geçinen insan toplulukları böylelikle kendi ekonomik faaliyetlerini sürdürebilecekleri
alanlardan yoksun kalıyorlardı. Çobanlar; kendi bölgelerinde toplayıcılık yapılmasına izin vermiyordu.
Toplayıcıların onlarla savaşacak güçleri yoktu. Çobanlar ustalıkla kullandıkları savaş araçları ve sahip
oldukları savaşçı karakter ile toplayıcıları kolaylıkla yenilgiye uğratabiliyorlardı. Zaman zaman direniş
gösterseler bile, çobanların tekniği üstün geliyordu.208
Bu zor koşullarda hayatta kalmak toplayıcılar için gerçekten çok zordu. Artık kendi doğal mesleklerini
yapamamaktaydılar. Pek çok toplayıcı topluluğu açlık çekerek ortadan kayboldu. Kimileri ise
saldırgan çoban kabilelerin korkunç akınları karşısında katledildiler. 209
Toplayıcı ve avcı-toplayıcıların çok küçük bir bölümü ise karşılarında çaresiz kaldıkları bu yeni
dünyaya adapte olarak varlıklarını sürdürmenin bir yolunu buldular. Bu belki de insanlık tarihi
boyunca karşımıza çıkan hayatta kalma stratejileri içerisinde en akıllıca olanıydı.
Toplayıcılık döneminde çeşitli doğal kaynakları kullanarak değişik ürünler yapmayı öğrenen bu
gruplar oldukça zengin bir kültür yaratmışlardı. Topladıkları çeşitli bitkileri kamp yerine götürmekte
zorlanıyorlardı. Bu amaçla kamışlardan sepet örme tekniğini geliştirmişlerdi.210 Çakmaktaşı
madenciliği, çeşitli metallerden ilkel eşyalar üretmek, çömlekçilik ise uzun zamandan beri bilinmekte
208 Childe, Gordon, a.g.e, sf 63
209 a.g.e sf 63
210 Akgezer, Bülent, PANDORA, http://www.erkekadam.com/erk/erk.asp?mak_id=56
Saran, Nephan, a.g.e sf 241

128
olan en yaygın zanaatlardı.211 Ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirirken karşılaştıkları pek çok ihtiyaç
onları yaratıcı buluşlar yapmaya zorlamıştı.
Bu buluşlar, şimdi içinde bulundukları kritik safhada onların hayatlarını devam ettirebilmelerine
olanak sağlayacaktı. Artık toplayıcılık ya da avcılık yapma şansları tamamen ortadan kalkmış olan bu
gruplar çeşitli zanaat ürünlerinin üretiminde uzmanlaşmaya başladılar. Zanaat üretiminde çok ileri
teknikler geliştirdiler. Bu ürünler çoban ya da tarımcı topluluklarla tahıl ya da et karşılığında takas
edildi.
İlk olarak; Mısır, Sicilya, Portekiz, Fransa, İngiltere, Belçika, İsveç ve Polonya’da yaşayan bazı
toplulukları çakmaktaşı madenciliğinde uzmanlaştılar. Maden damarlarına kuyu açarak inmek
konusunda yeni teknikler geliştirdiler. Elde ettikleri taşlardan el baltaları yaptılar. Ürettikleri ürünleri;
çeşitli yerleşim bölgeleri arasında dolaşarak ataerkil topluluklarla takas ettiler.212
Arkeologlar Van Gölü yakınlarındaki Halaf köyünde; taş ocaklarından volkanik cam çıkarmakla
geçinen bir topluluğun varlığını tespit ettiler. Bu topluluk maden işlemeciliği yapıyordu. 213 Daha ileri
dönemlerde bakır işleyen gezici zanaatkarlar olarak başkaları ortaya çıktı. Bunlar gittikçe etki
alanlarını genişlettiler. Farklı coğrafyalara yayıldılar. 214Aynı şekilde gezgin çömlekçilerin de çeşitli
bölgelerde varlıklarına rastlıyoruz.215 Muhtemelen ilk satışı yapılan ürünlerden biri de sepetti.
Özellikle hammaddenin bulunduğu bölgelerde sepetçilik en yaygın çingene mesleklerinden biri olmuş
olmalıdır. Daha geç dönemlerde ise demircilik, kalaycılık gibi çingene meslekleri yaygınlaşmıştır.
Kimi kabile grupları ise kendi toplumlarında yarı dini yarı sanatsal bir anlamı olan müzisyenliği, bir
zanaat haline getirdiler.
211 Childe, Gordon, a.g.e, sf 54
212 a.g.e, sf 58
213 a.g.e sf 68
214 a.g.e, sf 72
215 a.g.e, sf 78

129
Bu örneklere dünyanın her yerinde rastlanabilir. Zanaat ürünleri her yerde farklı farklı olmuş, ama
zanaatçı ile müşterisi arasındaki ilişki her yerde benzer olmuştur. Zanaatçı sürekli dolaşarak çeşitli
yerlerdeki müşterileriyle zanaat ürünlerini takas etmiştir. İşte tarihin ilk çingeneleri bu insanlar
olmuşlardı. Bir yandan kendi temel ekonomik faaliyetleri olan avcılık ve toplayıcılığı bütünüyle bir
kenara bıraktılar. Böylelikle yeni dünyanın, ataerkil toplumun bir parçası haline geldiler. Öte yandan
bu değişiklik kendi toplumsal yapılarında köklü bir dönüşüme yol açmadı. Çünkü ataerkil toplumun
temeli olan sürü sahipliği ya da sabanlı tarıma geçme şansları yoktu. Bu faaliyetler; mevcut tarımcı ve
çoban topluluklar tarafından onlara yasaklanmıştı. Gezgin zanaatkarlık yapabilecekleri yegane
meslekti. Bu durum kendi toplumsal yapılarında anaerkil cinsel iş bölümünü devam ettirmelerine
olanak sağladı. Gezgin zanaatçılık; hem kadının hem de erkeğin ekonomide eşit bir biçimde yer
almalarına imkan veriyordu. Kimi yerde hem üretimde hem de satış faaliyetinde, kimi yerde ise satış
faaliyetinde kadınların mutlaka hatırı sayılır bir rolü oluyordu. Böylelikle çingeneler; ataerkil bir
dünyanın ortasında anaerkil geleneklerini sürdüren gezici zanaatkarlar olarak ortaya çıkmış oldular. 216
Çingenelerle çingene olmayanlar arasında kurulan bu ilişki eşitsiz bir ticari ilişkiydi. Bir kere çoban
kabile askeri gücü dolayısıyla çingenelerin üzerinde egemenlik kuruyordu. İkincisi çok sayıda çingene
kabile vardı. Çoban kabile, bir çingene grubun zanaat ürününü takas etmek istediğinde bedeli çok
bulursa bir başkasını tercih edebilirdi. Ya da silah zoruyla kendisi için çalışmaya zorlayabilirdi. Aynı
zamanda; çingene olmayan kabilelerin içerisinde bu kabilelere bağlı olarak zanaatçılar ortaya
çıkıyordu.217 Çingenelerin bunlar karşısındaki avantajı olan, teknik bilgileri ise zaman içerisinde diğer
zanaatkarlarca öğrenildiğinden; bu zanaatkarlar çingenelerin karşısına bir başka rekabet unsuru olarak
çıkmış oluyordu.
Bu şartlar zanaat ürünlerinin karşılığında elde edilen geliri her zaman çok düşük tutuyordu. Hem gıda
hem de barınma gibi temel ihtiyaçları karşılama düzeyi söz konusu olduğunda, her çingene kabilesi;
çoban kabilelerin fersah fersah gerisinde kalıyordu. Ortaya çıkan dehşetli bir yoksulluktu.
216 a.g.e sf 73
217 a.g.e sf 72

130
Kimi yerlerde çobanlarla çingeneler arasındaki ilişki bir çeşit köleliğe dönüştü. Çoban kabile
çevresindeki toplayıcı ve avcı-toplayıcı kabileyi kendi göç yolları boyunca hareket etmeye zorlayarak;
onun rekabet gücünü bütünüyle ortadan kaldırmış oldu. Tek bir müşteriye, müşterinin belirlediği
fiyattan hizmet eden bu köle çingeneler diğerlerinden çok daha zor bir durumda kalıyorlardı. Örnek
vermek gerekirse Göktürklerle aynı soydan gelen demirci çingeneler, Avarların demirci köleleri
durumundaydılar.218 Aynı şekilde 13. yy’da bazı Alman Kabileleri Moğollar için demirci olarak
çalışıyorlardı.219
Çoban kabile toplayıcıların kendi toplumunun içerisine tamamen girmesini istemiyordu. Çünkü
kadınların güçlü olduğu, farklı erkek ve kadın kişiliklerine sahip olan bu topluluk kendi asabiyetine,
savaşçı ruhuna zarar verebilirdi. Muhtemelen ilk karşılaşmalardan sonra, çoban kabilenin kimi üyeleri
toplayıcılarla hoş karşılanmayan ilişkiler kurdu. Onların özgür yaşam biçimi, çoban kabilenin boğucu
baskısından bunalanlara cazip geliyordu. Ataerkil gelenekler çok yeniydi. Tam anlamıyla oturmamıştı.
Üstelik çoban toplumların içerisinde bile eski gelenekleri tamamen unutmamış unsurlar vardı.
Toplayıcılar ve bu unsurlar arasında çok sıcak ilişkiler kurulabiliyordu.
Buna karşılık ataerkil geleneklerin tam olarak oturduğu kabile unsurları toplayıcılara tepki duyuyordu.
Onları kendilerinden farklı ve tehlikeli buluyorlardı. Bu yabancılık ve korku duygusu zaman zaman
gerilimler yaratıyordu. Hem ortaya çıkan gerilimler hem de kimi unsurların toplayıcılarla haddinden
fazla bütünleşmesi tehlikeli olabilirdi. Bu durumun engellenmesi gerekiyordu. Liderler kendi
toplumlarını toplayıcıların etkisinden korumaya çalıştılar. Çingene kabilelerin, çoban kabileden kabul
edilebilir bir uzaklıkta çadır kurmasına izin verildi. Hiçbir zaman diğerlerine haddinden fazla
yaklaştırılmadı.
218 Divitçioğlu, Sencer, ORTA ASYA TÜRK İMPARATORLUĞU, İmge Yayınları, İstanbul 2005, sf 163
219 a.g.e sf 135

131
Böylece insanoğlu, kendi öz kardeşini büyük bir haksızlığa mahkum ediyordu. Ne kendi doğal
ekonomik faaliyetlerini yapmalarına ne de çoban kabilenin bir parçası olmalarına izin verilmeyen
toplayıcı ve avcı-toplayıcılar, çoban kabilelerin hakim olduğu savaş ve iktidar dünyasında; ikinci sınıf
insan olarak yaşamaya mahkum edildiler. Bu dünyada en kutsal değer savaş, en bilge insan savaşçı, en
makbul cins erkekti. Toplayıcıların barışçı, anaerkil geleneklerin etkisindeki kültürü bu dünyada
olabilecek en büyük olumsuzluğu ve zayıflığı temsil ediyordu.
Çoban kabilelerin çoğunlukta çevrelerindeki toplayıcı kabileleri böylesi bir kadere mahkum etmeleri
çok yaygın bir şekilde ortaya çıktı. Kendileri ile aynı kökenden gelen, aynı dili konuşan bu insanlar;
kadına saygı duyan bir kültürün parçası oldukları ve barışçı bir karakter taşıdıkları için bir bakıma
köleleştirildiler. Kabilenin çok uzağında, olabilecek en kötü şartlarda yaşamaya mahkum edildiler.
Çingenelerin tarihinin bu ilk sayfası çok eski tarihlerde ortaya çıktığında yazılı tarihin verilerinden
yola çıkarak örnekler vermek çok zordur. Yine de bazı eski efsanelerden ve az sayıdaki yazılı
kaynaklardan yola çıkarak kimi dolaylı örnekler verilebilir. Tabii burada ancal varsayımsal bir modeli
ortaya koyabiliriz. Abdallar özelinde ilk çingeneleştirmelerin nasıl gerçekleştiğini somutlaştırmaya
çalışacağız.
Abdallar günümüzde Orta Asya, Orta Doğu ve Anadolu’da varlıklarını sürdüren bir çingene grubudur.
Abdalların tarihi; göçebe çobanların komşuları olan avcı-toplayıcıları ve toplayıcıları
çingeneleştirmesinin güzel bir örneği olarak gösterilebilir.
Pek çok tarihçi abdalların sosyolojik konumunu, yani çingeneliklerini göz önünde bulundurmaksızın
onların kökenlerine ilişkin tahminler yürütmeye çalışmışlardır. Bunlar gerçeği tüm boyutları ile
yansıtma özelliğinden yoksun çalışmalardır. Yine de fikir verebilir, araştırmamızı ne yönde
yoğunlaştırmamız gerektiği konusunda kafamızı açarlar.

132
Bu araştırmacılara göre Abdallar; Eftalitlerin soyundan gelmektedir.220 Her şeyden önce Akhunların
adı çeşitli kaynaklarda “Abdal” olarak geçmektedir. Ayrıca abdalların Orta Asya’daki yaygınlığı
onların Eftalitlerle bağlantılı olabileceği fikrini güçlendirmektedir.221 Kanımızca bu önerme kısmen
doğrudur.
Peki abdallarla bağlantılı olduğu varsayılan eftalitler kimlerdir. İç Asya’da Hun idaresinden sonra Juan
Juan devleti kurulur. Juan Juan Avarların Çin kaynaklarında kullanılan isimleridir.222Avarların
hakimiyet sahasından iki kabile grubu ayrılarak Güney Kazakistan bozkırına ilerler: Hun ve Uar. Daha
sonra Afganistan’ın Tohoristan bölgesine inen bu kavim Eftalitlerin ataları olacaktır.223 Eftalitler çok
geniş bir bölgede hükümranlık sürmüşlerdir. 557 yılında Göktürk akınları ile yıkılırlar. Toprakları
Göktürkler ve İranlılar arasında paylaşılır.224
Şimdi gelelim Eftalitlerin, Abdalların atası olması meselesine. Bu önerme hem doğru hem yanlıştır.
Yanlıştır çünkü sosyolojik olarak abdallar ve eftalitler iki farklı toplumsal yapıyı temsil etmektedirler.
Eftalitler, asabiyetten mülke ilerlemiş; devlet kurmuş; Afganistan, Kuzey Hindistan ve İran
topraklarında fetihler yapmış savaşçı çoban bir kabiledir. Günümüzde çeşitli bölgelerde yaşamlarını
sürdüren abdal çingeneleri ise sepetçilik, demircilik, kalaycılık, müzisyenlik gibi çingene meslekleri
ile geçimlerini sürdüren barışçı bir çingene topluluğudur. Dağılan bir devletin içindeki çoban
kabileler; ya başka devletler içindeki varlıklarını sürdürürler ya da başka coğrafyalara çekilerek kendi
yeni devlet yapılarını oluştururlar. Devlet kurmuş bir çoban kabile her yerde benzer davranışları
gösterir. Abdallar tam da bu yüzden Eftalitlerle aynı soydan gelmiş olamazlar.
220 Altınok, Baki Yaşa, Aşiret Ve İskan Olaylarını Anlatan Türkülerin Yaşatılmasında
Önemli Katkıları Bulunan Bir Türkmen Topluluğu : Abdallar,
http://www.turkuler.com/thm/abdallar.asp
221 Durbilmez, Bayram, Türk Kültüründe Abdallar ve Abdal Mahlaslı Halk Şairleri,
http://www.alewiten.com/abdalnahkaski.htm
222 http://tr.wikipedia.org/wiki/Avarlar
223 Kafesoğlu, İbrahim, Ak Hun (Eftalit) İmparatorluğu (Ak Hunlar, Akhunlar),
http://www.dallog.com/devletler/akhun.htm
224 Kafesoğlu, İbrahim, Ak Hun (Eftalit) İmparatorluğu (Ak Hunlar, Akhunlar),
http://www.dallog.com/devletler/akhun.htm

133
Öte yandan Abdallarla ile Eftalitler arasında hiçbir ilişki olmadığını söyleyemeyiz. Pek çok çingene
grubu, kendisini birlikte hareket ettiği çoban kabilenin ismiyle adlandırmayı seçer. Büyük olasılıkla
abdallar; eftalitlerle birlikte hareket eden, onlara kalaycı, demirci ya da sepetçi olarak hizmet eden
büyük bir çingene grubuydu. Bu imparatorluk dağıldıktan sonra da bu adı kullanmaya devam etmiş
olabilirler. Muhtemelen Eftalitlerin yayıldığı Kuzey Hindistan ve Afganistan’da yaşayan çingene
grupları da Abdallarla karışarak grubun etnik yapısını zenginleştirmişlerdir.
Abdalların ilk olarak Eftalitler tarafından çingeneleştirilen avcı-toplayıcı ya da toplayıcı gruplar
olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan bir başka olasılık daha vardır. Avarlar’dan ayrılarak; güneye
ilerleyen Hun kabileleri kendilerinden önce başkaları tarafından çingeneleştirilmiş kabileleri
kendileriyle birlikte hareket etmeye zorlamış olabilirler. Bu olasılığı kuvvetlendiren bazı kanıtlara
sahibiz.
Çin kaynakları yüzyıllar boyunca Avarlara demirci köleler olarak hizmet etmiş bir topluluktan
bahsediyor. Pek çok tarihçi bunların Göktürklerin ataları olduğunu söylüyor. Bu düşünce doğruysa
tarihte Türk adıyla anılan ilk topluluğun, Avarların demirci köleleri olması gerekir. Avarların sahip bu
olduğu bu demirci çingeneler çok büyük olasılıkla abdallarla bağlantılıdır. Hunlar Avarlardan
uzaklaşırken yanlarında belli sayıda çingeneyle birlikte hareket etmiş olabilirler.
Ne var ki karşımıza bir çelişki çıkıyor. Göktürkler; en azından bu grubun daha sonra devlet kuran asli
unsuru savaşçı çoban bir kabiledir. Bu kabilenin bir bütün olarak demirci köleler olarak çalışması akla
uygun gözükmüyor. Karşımıza çıkan problem, biraz kaynaklara daha yakından bakarak biraz da
boşlukları mantık örgümüzle doldurarak çözümlenebilir.
Çin kaynaklarında Türk’lerle ilk karşılamamızda aşağıda alıntıladığım efsanenin anlatıldığını görürüz:
“”Türk ulusunu kuranlar Hun ülkesinin kuzeyinde bulunan So bölgesindendir. Bu göçebelerin adı APan-
Pu’dur. On yedi kardeşi vardı. Birine İ-tchi-ni-schi-tü denilirdi. Dişi kurttan doğmaydı. A-pangpu
ile öbür kardeşler doğuştan aptal olduklarından yurtları çarçabuk yıkıldı. İ-tchi-ni-schi-tü’nün

134
olağanüstü yetenekleri vardı. Yel estirir yağmur yağdırırdı. İki kadınla evlenmişti. Bunlar yaz ruhu ve
kış ruhunun kızlarıydı. Dünyaya dört oğlan getirdiler. İlki ak kuğu olup uçtu. İkinsi yurdunu A-pu ile
Kien ırmakları arasında kurdu. Onlara Ki-Ku derler. Üçüncüsü Tschu-tche kıyılarına yerleşti.
Dördüncüsü Chien-hsi-ch’u-chih-shih dağında mekan tuttu. O dağlarda A-pang-pu’larla aynı ırktan
göçebeler yaşar, şiddetli kışlara dayanmaya çalışırlardı. Ağabeyi ateş yakıp onları öyle bir ısıttı ki
kalımları sağlanmış oldu. Bunlarda ona tabi olup adını Türk koydular. Asıl adı Na-tou-lu-şad’dır.
Kendisi on kadınla evlendi. Doğan her oğul soyadlarını ana tarafından aldılar. A-hien-şad odalıklardan
birinin oğludur.”225 Bu efsane metinde dikkatimizi çeken kimi noktalar Göktürklerin en eski atalarına
dair önemli bilgiler veriyor bize. Birincisi bunlar için ateş yeni bir buluş olduğuna göre toplayıcılık
veya avcı-toplayıcılığın başlangıç safhalarında bulunuyorlardı. İkincisi hem Dişi Kurttan Doğma hem
de çocukların isimlerini ana tarafından almaları olgusu anaerkil geleneklerin canlı olduğunu
gösteriyor. Öte yandan başka Çin Kaynaklarında yine uzunca bir anlatımdan sonra A-hien-şad’ın
soyundan gelen A-shih-na’nın kabilesinin, Avarların demirci köleleri olarak çalıştıkları anlatılır.
Kaynaklardaki bu hızlı geçiş pek çok kişiye Göktürklerin bir bütün olarak Avarların demirci köleleri
olduklarını düşündürmüştür.226
Bizim kanımızca efsaneler, Göktürklerin kendi içlerinde yaşadıkları çok önemli bir gelişmeyi
atlamaktadırlar. Bu kabileler içerisinde çoban savaşçı aşamaya ulaşan kimi unsurlar; çevrelerindeki
toplayıcı ve avcı-toplayıcı safhada yaşamakta olan komşularını çingeneleştirmiş olmalılar. Daha sonra
karşılaştıkları Avarlar tarafından bir bütün olarak tahakküm altına alınmış ve Göktürklerin
çingeneleştirdiği gruplar bu kez Avarlar için demircilik yapmış olabilirler. Bu ayrıntı bir şekilde
tarihin gözünden kaçmış olmalı. Öte yandan bu görüşümüzü kanıtlayan pek çok dolaylı kanıta sahibiz.
Her şeyden önce Göktürkler Avarlara sadece demirciler olarak hizmet etmediler. Kabilenin lideri olan
Bumin Kağan hiç şüphesiz güçlü bir askerdi. Zira Avar hükümdarı kendisine isyan eden bir kabileyi
bastırmak için Bumin Kağan’ı görevlendirmiştir. Bumin savaşı kazanır ve savaş sonunda
225 Divitçioğlu, Sencer, a.g.e, sf28
226 a.g.e, sf 28

135
düşmanlarından 50000 çadır insanı esir alır. 227 Bu bilgi çok önemli. Çünkü tabi kılınan çingene
kabileler; efendilere zanaatçı olarak hizmet ederler. Oysa güçlü bir devlet tarafından egemenlik altına
alınan çoban kabileler; yenen devletin ordusunda köle savaşçılar olarak yer alabilirler. Örneğin;
Gazneli Mahmut’un babası; Sebuktekin Sasani Devleti’nin savaşçı kölesi olan bir Türkmen’di. İbn-i
Haldun’un verdiği örneklerden bu durumun çok yaygın bir devlet davranışı olduğunu öğreniyoruz.228
Bumin Kağan, Avarlar tarafından güçlü bir asker olarak kullanıldığına göre daha egemenlik altına
girmeden önce bir savaşçı çoban kabilenin mensubu olmuş olmalıdır.
İlginçtir, Bumin Kağan; zaferinden sonra Avar Hükümdarı’nın kızını ister. Hükümdar; “Bu ne cüret”.
“Siz Altay’da demir döverek bize silah yapan kölemiz değil misiniz?” der. 229 Bu çıkış iki açıdan
önemlidir. Birincisi, hükümdarın kızıyla evlenmek bir çoban kabileden gelen kul savaşçı için tahta
ortak olmak demektir. Hükümdar bunun karşısında tepkisini; Bumin’le sosyolojik olarak farklılaşan
ama aynı kökenden gelen çingene kölelerini anımsatarak göstermiştir. Bumin daha sonra Batı Çin
Hükümdarının kızıyla evlenerek amacına ulaşmış olacaktır. 230 Her halukarda; Bumin Kağan ve
kendisiyle birlikte hareket eden kabilesi; göçebe çoban bir topluluktu. Bu konuda ki bilgiler
kesindir.231 Onlarla aynı kökenden gelen demirci çingenelerse; Avarlarla, Eftalitlerle beraber Orta
Asya ve Orta Doğu’nun dört bir yanına dağılmışlardır.
Göktürk çingenelerinin Abdal çingenelerinin ataları olmaları hiç de zayıf bir olasılık değildir.
4.3.2 İmparatorlar Anaerkil Çiftçilere Karşı
Asabiyet sahibi çoban kabileler; yendikleri diğer kabileleri egemenlik altına alarak büyük güçler
haline geldiler. Daha önce açıkladığımız, mülk sistemini kurdular. Bu büyük güçler giderek daha geniş
227 a.g.e sf 40
228 İbn-i Haldun, a.g.e, sf 451
229 Andre, Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, http://www.turkleronline.com/turkler/gokturkler/soru21-
40/gokturk_soru_31.htm, sf 130
230 Divitçioğlu, Sencer, a.g.e, sf 40
231 a.g.e sf 190

136
alanlara yönelmeye, fetihçi bir politika izlemeye başladı. Kabile kalabalıklaştıkça, savaş gücü arttıkça
fetihlere yönelebileceği mesafelerin uzunluğu da artıyordu. Kurak iklim özellikleri gösteren bölgelerin
sınırlarında karşılarına genellikle ya başka çoban kabileler ya da avcı-toplayıcılar çıktı. Diğer çoban
kabileleri yendiler. Egemenlik altına alarak kendi kabilelerinin bir parçası haline getirdiler.
Toplayıcıların bir bölümünü çingeneleştirerek kendilerine bağımlı bir hale getirdiler. Önemli bir
bölümü ise katledildi.
Ne var ki belli bir noktadan sonra bu kabileler, nemli iklim özellikleri gösteren başka coğrafyaların
sınırlarına girmeye başladılar. Bu bölgelerde karşılarına bahçe tarımı ile uğraşan küçük anaerkil
topluluklar çıktı. Bunlar anaerkil gelenekleri yaşatan barışçı topluluklardı. Savaşı bilmiyorlardı.
Akdeniz kıyılarının, Güney Doğu Asya’nın232 ve Kuzey-Doğu Hindistan233 yerli halkları büyük
çoğunlukla bu özellikleri gösteriyorlardı.
Akdeniz kıyılarında Çoban kabileler halen bahçe tarımı ile uğraşan kadınların güçlü olduğu
topluluklara büyük saldırılar düzenlediler.234 Bu saldırılarda ele geçirdikleri anaerkil toplulukları
köleleştirdiler. Kendi orduları ve kabileleri ile beraber onları yanlarında sürüklemeye başladılar. Hem
bahçe tarımı hem de toplayıcılık döneminde kazandıkları teknik beceri ile bu anaerkil topluluklar;
istilacı güçlerin orduları için çok yararlı olabilirdi. Çeşitli zanaat ürünleri konusunda
uzmanlaşmışlardı. Aynı zamanda çeşitli işlerde vasıfsız emek gücü olarak kullanılabilirlerdi.
Bu topluluklar fethedilen bölgelerde yapılan görkemli binaların inşaatlarında kullanıldı. Bazıları
mülkün ana merkezine geri dönen istilacı güçlerle birlikte yabancı topraklara sürgün edildiler.
Geldikleri bölgelerde de yine aynı çalışma ilişkisinin içerisinde yer aldılar. Ürettikleri zanaat
ürünlerini satarak geçimlerini sağladılar.
232 Demeo, James, a.g.e
233 Berktay, Halil, a.g.e, sf 100
234 Demeo, James, a.g.e.

137
Fatihler, bu anaerkil çiftçilere anaerkil toplayıcılara yaptıkları muamelenin aynısını yaptılar.
Toplumun kenarında büyük bir yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkum ettiler. Onlar da
çingeneleştirildi. Ne var ki bu grubun anaerkil toplayıcılardan bir farkı vardı. Kendilerini
çingeneleştiren fatihlerle aynı dili konuşmuyorlardı. Fiziksel görünüş olarak onlardan farklıydılar.
Bahçe tarımının yaygın olduğu, ılıman iklim özelliği gösteren Akdeniz kıyıları, Hindistan ve Güney
Doğu Asya bu fetihlerden fazlasıyla nasibini aldı. Bunun sonucunda büyük bir nüfus hareketi meydana
geldi. Akdeniz kıyıları, Güneydoğu Asya ve Hindistan’dan getirilen çingeneleştirilmiş gruplar Orta
Doğu ve Orta Asya’nın her yerine dağıldılar.
Gittikleri her yerde; farklı dilleri konuşan, farklı fiziksel özelliklere sahip ama kendileri gibi
çingeneleştirilmiş insan toplulukları ile karşılaştılar.
Hindistan ve Güneydoğu Asya’nın çingeneleri büyük ihtimalle bu şekilde çingeneleştirilmiş
topluluklardı. Hindistan’ın kendine özgü tarihi bu konuyla ilgili çok sayıda materyal sunuyor bize.
Kapsamlı bir analiz ortaya koymak ise bu çalışmanın sınırlarını fazlasıyla açıyor. Hindistan tarihinde
çok önemli bir yeri olan Aryan İstilasının bu sürecin öncelikli tetikleyicisi olduğunu söyleyebiliriz.
Aryanlar, ataerkil ve savaşçı çoban topluluklardı.235 Hindistan ve özellikle Güney Doğu Asya kıyıları
ise doğal koşulların sağladığı avantajla bahçe tarımı için çok uygun zemin sunuyordu. Bu bölgelerde
Aryan istilasından önce ataerkillik gelişmemiş; bahçe tarımının sağladığı maddi zemin üzerinde
anaerkil gelenekler varlıklarını koruyabilmişlerdir. Bu bölgede çoban kültürün çok sınırlı olarak var
olabildiğini düşünebiliriz.
Aryanlar bu bölgeye geldiklerinde karşılarında barışçı bir topluluk buldular. Kısa sürede tüm
toplumsal örgütlenmeleri savaşa dayanan aryanlar bu bölgeyi egemenlikleri altına aldılar. Karşılarına
çıkan yerli halkı ise çingeneleştirdiler. Bu noktada kendine özgü bir kültürel sınıflama modelini tercih
ettiler: kast sistemi. Yerli halk, dravidler büyük ölçüde kast sisteminin dışında kalan dokunulmazlar
235 Saran, Nephan, a.g.e, sf 222

138
grubunun bir parçası haline geldi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da çingeneleştirmenin
sonucu tüm toplumsal yaşamın dışına itilme oldu. Üstelik burada çingeneleştirme dinsel-kültürel bir
sistemle kesinleştirildiği için çok daha acımasız bir şekilde gerçekleşti. 236 Kimi gruplar geleneksel
çingene mesleklerini yapan göçebeler olarak dokunulmazlar kastının bir parçası olarak kaldılar.
Domlar237 ve Banjaralar gibi. Bazı başkaları ise kentlerde üst kastlara hizmet eden insanlar olarak
varlıklarını sürdürdüler. Bunlarda başka yerlerde genellikle çingeneler tarafından yapılan ölü
gömücülük, tuvalet temizliği gibi çingene olmayanların tercih etmedikleri işlerde çalıştırıldılar.
Aryanlardan sonra gelen başkaları da; Güney Doğu Asya içlerine doğru ilerledikçe karşılarına gelen
diğer anaerkil bahçe tarımcı kabileleri çingeneleştirdiler. Böylelikle kast sistemi bölgenin geneline
yayıldı.
Günümüzde Hindistan’da 160 milyon dokunulmaz çingene yaşamaktadır. Bu rakamın bu kadar
yüksek olması ile bu bölgede çingenelerin büyük gruplar halinde çingeneleştirilen anaerkil bahçe
tarımcılarının soyundan gelmesi arasında yakın bir ilişki vardır.
4.3.3 Evrensel Milletin Doğuşu
Bahçe tarımı ile uğraşan anaerkil topluluklar çingeneleştirildikten sonra büyük gruplar halinde hareket
ettiler. Fatihlerin dev orduları yanlarında çok sayıda çingene ile beraber hareket ediyorlardı.
Çingeneleştirilen toplayıcılar ise daha küçük gruplar halindeydiler. Çünkü onları çingeneleştiren daha
küçük çoban kabileler olmuştu. Ayrıca toplayıcı kabileler zaten az nüfuslu insan topluluklarıydı.
Kabile halinde çingeneleştirildikleri için nüfuslarının daha az olması normaldi.
236 Rashidi, Runoko, CAST AND RACE İN İNDİA, http://www.cwo.com/~lucumi/caste.html
237 Eliade, Mircae, DEMİRCİLER VE SİMYACILAR, Kabalcı, İstanbul, 2003, sf 106

139
Bir başka açıdan, toplayıcılık kökenli çingeneler belki de toplam sayısal ağırlık olarak diğerlerine
eşitti. Ama çok daha dağınık bir şekilde yaşamaktaydılar. Yapıları itibarı ile daha karmaşıktılar.
Konuştukları dil ya da ırki kökenleri açısından çok farklı unsurları bünyelerinde barındırıyorlardı.
Bahçe tarımı kökenli çingeneler daha az çeşitlilik taşıyorlardı. Çünkü büyük gruplar halinde
çingeneleştirilmiş ve uzak topraklara sürgün edilmişlerdi. Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan getirilen
gruplar en kalabalık çingene gruplarını oluşturmaktaydı. Zira buralarda anaerkil kabileler çok geniş bir
alana yayılmışlardı.
Dünyanın farklı bölgelerinden gelen, ama çingene olmayanlar tarafından tahakküm altına alınmak
ortak paydasında birleşen çingeneler çeşitli bölgelerde birbirleriyle karşılaştılar. Belki dilleri farklıydı.
Belki ten renkleri farklıydı. Ama aynı anaerkil gelenekleri paylaşıyorlardı ve aynı meslekleri yapmak
zorundaydılar. Toplumun kenarında, sürekli haksızlıklara maruz bırakılarak yaşamak zorundaydılar.
Çingene olmayanlar, çingeneleri kendilerinden uzak tutmak için onları kendi yerleşim alanlarının
uzağında yer alan bölgelerde yaşamaya zorladılar. Bunlar kamp alanları ya da yerleşik hayata geçenler
için çingene mahalleleriydi. Başlangıçta bir çingene yerleşim bölgesi aynı kökenden gelen bir çingene
grubu tarafından kuruluyordu. Ama zamanla bu bölgeye başka çingene grupları gelerek diğerleri ile
beraber yaşamaya başlıyorlardı. Dilleri ve fiziksel görünüşleri farklı olsa da hemen birbirlerini
tanıyorlardı. Çünkü hem anaerkil gelenekleri ortaktı hem de meslektaştılar. Bu meslekler lanetli
mesleklerdi ve her toplumda çingeneler tarafından yapılmaktaydılar.
Kısa sürede birbirleriyle kaynaştılar. Aralarında çok sık evlilikler oldu. Giderek farklılıklar kayboldu
tek bir topluluk haline geldiler.
4.3.4 Yerleşik Çingenelerin Ortaya Çıkışı

140
Çingene gruplarının yerleşik hayata geçmesi dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı zamanlarda yaşanan
süreçlerin bir sonucu olmuştur. Yerleşik yaşayan tüm çingene gruplarının benzer yollarla yerleşik
hayata geçtiğini düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. Elimizdeki verilerden yola çıkarak 3 ayrı
yerleşikleşme modelini ortaya koyabiliriz.
Birincisi doğal yerleşikleşmedir. Genellikle yerleşik ya da göçebe yaşam biçimini belirleyen çingene
gruplarının ekonomik faaliyeti olmaktadır. Elekçilik, kalaycılık, demircilik gibi geleneksel meslekler
göçebe yaşam tarzıyla birlikte daha çok kazanç sağlayabilirler. Bu mesleklerle geçinen bir çingene
grubu, mesleğini yapabildiği sürece göçebe yaşam tarzını sürdürmeyi tercih edecektir. Göçebelik bu
gruplara sürekli yeni pazarlara ulaşma imkanını sunar. Şu veya bu gerekçeyle bir çingene grubu
geleneksel mesleğini yapamaz hale geldiğinde bu durum tersine dönecektir. Hiçbir yerleşim
bulunmayan boş bir araziye veya daha önce başka yerleşik çingene gruplarının bulunduğu bir
mahalleye yerleşerek; çingene olmayanların yapmak istemediği düşük gelirli işlerde çalışmayı
seçebilirler. Çoğu zaman göçebe bir çingene grubunun yerleşmeyi seçtiği arazi soğuk mevsimlerde
konakladığı alanlar olur. 1915’lerde İstanbul’un meşhur Taksim meydanının arkasına yerleşen göçebe
çingeneler; bu bölgedeki çingene mahallesinin kurucuları oldular. Bu bölge Bülbülderesi adıyla
anılmaktadır. 238 Aynı şekilde Küçükbakkalköy’deki Roman çingenelerinin yerleşimi benzer
özelliktedir. Buraya yerleşen sepetçi çingeneler yerleşik hayata geçerek çiçekçilik yapmaya
başlamışlardır. 20. yy’da bu şekilde yerleşik hayata geçen çingeneler dünyanın her yerinde ciddi bir
yekun tutmaktadır.
Çingenelerin yerleşik hayata geçmesinin bir başka biçimi, siyasal odaklar tarafından buna
zorlanmalarıyla gerçekleşir. Genellikle bir tarihsel olayın neticesinde, siyasal güçler çingeneleri bir
bölgede yerleşik hayata geçmeye zorlar. Bu zorlamanın başarılı olması, büyük ölçüde yeni hayatın
sağladığı fırsatlarla ilişkilidir. Geleneksel mesleğin sağladığı getiriden daha yüksek bir kazanç
sağlayan yeni bir meslek yerleşikleştirmenin başarıya ulaşmasını sağlayabilir. Söylendiğine göre
Çanakkale’nin Çay Mahallesi’nde yaşayan çingeneler Fatih Sultan Mehmet tarafından mahalleye
238 Kaygılı, Osman Cemal, KÖŞE BUCAK İSTANBUL, Seli Kitaplar, İstanbul, 2003 sf 261

141
yerleştirilmişlerdir. Fatih, onlara bu bölgedeki kalenin inşaatında çalışmaları karşılığı civarda yerleşim
hakkını verir. Bu yüzden buranın çingeneleri Evlad-ı Fatihan olarak adlandırmaktadır kendilerini. 239
Bu anlatım doğruysa bir zorlamanın sonucunda gerçekleşen başarılı bir yerleşikleştirmeye örnek
oluşturmaktadır.
Yerleşik yaşama geçmenin son biçimi diğer ikisinden farklıdır. Her iki örnekte de daha önceden
çingeneleştirilmiş bir insan grubu, daha sonra yerleşik hayata geçiyordu. Şimdi inceleyeceğimiz
yerleşikleşme modelinde söz konusu insan grubu; çingeneleştirilirken yerleşik hayata geçmeye
zorlanır. Günümüzde Hindistan ve Güneydoğu Asya’da yaşayan, dokunulmaz çingenelerinin önemli
bir bölümü bu şekilde çingeneleştirilmiş ve yerleşik hayata zorlanmışlardır. Aryan istilasından sonra
kurulan kast sisteminde kast dışı sayılarak çingeneleştirilen anaerkil bahçe tarımcıların önemli bir
bölümü çeşitli yerleşim bölgelerinde, üst kast üyeleri tarafından çeşitli gerekçelerle yapılması
onaylanmayan işleri yapmaya zorlandılar. Bunlar şehirlerde ve köylerde büyük gruplar halinde
günümüze kadar yaşamını sürdürebildi.
4.3.5 Çingenecelerin Ortaya Çıkışı: Bir Silah Olarak Dil
Çingeneler kendilerini korumak için beraber yaşadıkları halkların dillerini her zaman büyük bir
ustalıkla kullanmışlardır. Buna karşılık kendilerini çingene olmayanlardan gelecek olası tehditlere
karşı korumak için; çingene olmayanların anlayamayacağı diller yaratmışlardır. Bu diller genelde hem
sözcük hem de kelime haznesi itibariyle karışım dillerdir. Nasıl ki çingeneler içlerinde pek çok farklı
kökenden gelen insanları barındıran evrensel bir milletse; aynı şekilde çingenelerin konuştuğu dillerde
pek çok farklı dilden kelimeleri içlerinde barındıran evrensel dillerdir.
Çingene dillerinin oluşum biçimi, doğrudan doğruya evrensel millet olan çingenelerin kendilerine
özgü tarihleriyle ilişkilidir.
239 Tınç, Ferai, ÇALGININ OLDUĞU YERDE ŞEYTAN OLMAZ, Hürriyet, 7 Mayıs 2006

142
Çingenelerin tarihinde iki farklı öznenin belirleyici olduğunu daha önce belirtmiştik. Bahçe tarımı ile
uğraşan anaerkil topluluklar ve toplayıcılık ekonomik faaliyetini sürdüren anaerkil topluluklar. Bu
topluluklar çeşitli açılardan birbirlerinden farklıdırlar.
Bahçe tarımı kökenli çingeneler toplu halde sürgün edildikleri için bulundukları bölgede kalabalık bir
topluluk oluştururlar. İçinde yaşadıkları topluluklarla aynı dili konuşmaz ve onlardan farklı fiziksel
özellikler taşırlar.
Toplayıcılık kökenli çingene toplulukları ise bulundukları bölgelerde küçük gruplar halinde yaşarlar.
İçinde yaşadıkları toplumla benzer diller konuşurlar ve fiziksel olarak benzer özellikler gösterirler.
Ne var ki çingenelerin günümüze kadar uzanan tarihi boyunca; bu değişik çingene grupları hem
evlilikler hem de bir arada yaşama yoluyla birbirlerine karışmışlardır. Toplayıcılık kökenli iki farklı
çingene grubu birbirleriyle karışabileceği gibi, toplayıcılık kökenli bir çingene grubuyla bahçe tarımı
kökenli bir başka çingene grubu da birbirlerine karışabilir. Bu bütünleşme süreci, zaman içerisinde
söz konusu grupların konuştuğu dillerin birbirlerini etkilemesine, giderek de tek bir dile dönüşmesine
yol açabilir. Günümüzde var olan pek çok çingene dili böyle bir evrim sürecinin sonucunda meydana
gelmişlerdir.
Dillerin oluşumu kolay takip edilemeyen hareketli bir süreçtir. Bir dilin kelimesi yapısı, çeşitli etkiler
altında her zaman kolaylıkla değişim gösterebilir. Buna karşılık gramer yapısının değişmesi daha
zordur. Yabancı dillerden kelime alışverişi yapmak tüm dünya dilleri için son derece olağan bir şeydir.
Gramer etkileşimlerine ise çok daha nadir olarak rastlanabilir.240
Dilbilimciler; çeşitli sınıf ya da gruplar tarafından kullanılan, o ülkede genel dilden şu veya bu ölçüde
farklı dillere çeşitli adlar vermişlerdir. Bunlara genel olarak özel diller adı verilir. Konuşulduğu
ülkedeki genel dille benzer bir gramer yapısı taşıyan, ama sözcüklerin farklılaştırılması ya da başka
240 Frazer, Angus, a.g.e, sf 23

143
dillerden alınan sözcüklerin kullanılması sonucu başkaları tarafından anlaşılamayan, kimi
dilbilimcilerin meslek argosu olarak adlandırdığı diller özel dillerin birinci grubunu oluşturur. İkinci
grup özel diller ise hem gramer yapısı hem de kelime hazinesi olarak o ülkede genel olarak konuşulan
dilden farklılık gösterirler. Bu diller başlı başına bağımsız bir dil özelliği gösterirler. 241
Çingene dilleri, kimi zaman meslek argosu kimi zaman da gizli dil özelliği göstermektedir. Bu durumu
belirleyen; söz konusu çingene dilinin oluşum sürecidir. Daha önce bahçe tarımı kökenli çingene
gruplarının, dünyanın değişik bölgelerine sürgün edildikleri için; genellikle içinde bulundukları
ülkenin dilinden farklı diller konuştuklarını belirtmiştik. İşte bir çingene dilinin meslek argosundan öte
gizli bir dile dönüşmesi büyük ölçüde bahçe tarımı kökenli çingene gruplarının ağırlığı ile yakından
ilgilidir.
Bir yerleşim bölgesinde çoğunluğu oluşturan çingene grubu hangisiyse onun konuştuğu dilin gramer
özellikleri; ortaya çıkacak olan yeni dilde baskın konumda olacaktır. Buna karşılık azınlıkta olan
çingene gruplarına ait sözcükler de bu dilde yer alacaktır. Azınlığın çoğunluğun gramerini öğrenmesi
mantıki bir zorunluluktur. Gerçi her iki grupta kendi gramer yapısını korumakta ısrar edecektir ama
çoğunluğun direnci azınlığın direncinden daha etkili olacaktır. Kimi topluluklarda her iki dil yapısı da
varlığını koruyabilir.
Her iki grup da birbirlerinin sözcüklerini öğrenecek bu sözcükler ortaya çıkacak yeni dilin ortak
kelime hazinesini oluşturacaklardır. Kelimeler, sadece çingene gruplarının konuştukları dillere ait
değildir. Buna dışında meslek zorunluluğu ile gezip dolaştıkları bölgelerde karşılaştıkları çeşitli
toplulukların dillerinden çok sayıda kelime toplayacaklardır. Kimi kelimeler olduğu gibi, kimi
kelimeler ise değiştirilerek kullanılacaktır. Böylece ortaya çıkan yeni dilin çingene olmayanlar
tarafından anlaşılması neredeyse imkansız hale gelmiş olacaktır.
241 Demir, Nurettin, Türkiye’de Özel Diller, http://turkoloji.cu.edu.tr/DILBILIM/nurettin_demir_ozel.pdf

144
Bu durum; sosyolojik açıdan da önemlidir. Çingene dilleri her zaman çingene olmayanlara karşı güçlü
bir silah olarak kullanılmıştır. Çingeneler karşı karşıya kaldıkları haksızlık ve dışlanma karşısında
kendilerini olası tehditlerden korumak için gizliliğe ihtiyaç duymuşlardır. Bu gizliliğin en önemli aracı
ise çoğunluk tarafından bilinmeyen, kendine özgü bir dildir.
Çingene dilinin bu gizli işlevi anlaşıldığında dilin oluşumundaki bir başka belirleyici daha ortaya
çıkar. Çingene topluluklarının içinde yaşadığı toplumun konuştuğu dil. Diyelim ki çingene grubunda
çoğunluğu oluşturan grup; içinde yaşadıkları toplumla aynı dili konuşan toplayıcılık kökenli bir
çingene grubu. Bu grup konuştuğu dilin gramer yapısını koruyacak, fakat bir arada yaşadığı diğer
çingene gruplarının konuştuğu dillere ait sözcükleri kullanmayı tercih edecektir. Böylelikle çingene
olmayanların anlayamayacağı bir dil kullanmış olacaktır.
4.3.5.1 Birinci Grup Çingene Dilleri
Birinci grup çingene dilleri; gramer yapısı itibariyle içinde yaşanılan toplumun dili ile benzer ama
sözcük yapısı itibariyle farklı olan dillerdir.
Kıbrıs’ta küçük gruplar halinde yaşamakta olan Gurbetlerin çingenecesi; Türkçe ile benzer bir gramer
ve ses yapısına sahiptir. Ekler ve hece yapısı Türkçe ile aynıdır. Buna karşılık kullanılan kelimeler,
hem bozulmuş Türkçe kelimelere hem de farklı dillerden alınmış sözcüklere dayanır.242 Bu dil yapısı
aynı zamanda bu çingene grubunun tarihi hakkında da bir fikir vermektedir. Gurbetlerin içerisinde
çoğunluğu teşkil eden çingene grubu; Türkçe konuşan toplayıcılık kökenli çingeneler olmalıdır. Bir
şekilde çeşitli çingene grupları ile karışarak, ya da göç yolları üzerinde bulunan çingene olmayan
gruplardan sözcük alışverişi yaparak özel dillerinin kelime hazinesini oluşturmuşlardır.
Anadolu’da yaşayan abdal çingenelerinin dili hakkında sahip olduğumuz bilgi daha fazladır. Bu
sayede bu grubun kökeni hakkında çok daha fazla şey söyleme imkanımız vardır. Bu dilin gramer
242 a.g.e Kıbrıs’ta Gurbetlerin Dili

145
yapısı Ural-Altay dilleriyle benzerlik gösterir. Özbek dilbilgisi sistemi ve genel olarak Türkçe gramere
dayanır.243 Orta Asya’da yaşayan Abdal çingenelerinin diline abdoltili adı verilir. Kimi
araştırmacıların Abdoltili ile Anadolu Abdallarının dilinin birbirlerine çok yakın olduklarını ileri
sürerler.244 Sözcük yapısı, ağırlıklı olarak Farsça, Latin dilleri245, Romani ve Lugha246 kökenlidir. Orta
Asya ve Orta Doğu’da konuşulur.
Bu dil yapısı bize, Abdal çingenelerinin tarihsel oluşumu ile ilgili çok güçlü ipuçları vermektedir. Orta
Asya abdalları ile Anadolu abdallarının dillerinin birbirleriyle yakın olması, bu dilin ilk olarak Orta
Asya’da oluştuğunu göstermektedir. Muhtemelen, abdoltilinin oluştuğu çingene yerleşim bölgesinde,
ağırlıkta olan çingene grubu toplayıcılık kökenli Türkmen çingeneleridir. Bu dilde ağırlıkla olarak
Farsça kelimelerin bulunması; yoğunluk itibarı ile ikinci grubun İran çingeneleri olduğunu
göstermektedir.
Anadolu abdallarının konuştuğu dilde Roman çingenelerinin dili olan Romani’nin etkileri
gözlemlenmiştir. Basit ama belirleyici bir örnek olarak, Romani’de “su” anlamına gelen Pani
sözcüğünün Anadolu abdallarının dilinde bulunması iki şeyi düşündürebilir. Ya abdallar, Anadolu’ya
geldikten sonra Roman çingeneleriyle karışmışlardır ya da daha Orta Asya’da yaşadıkları sırada
Kuzey Hindistan kökenli çingene gruplarıyla ilişkiye girmişlerdir. Bu noktanın netleşmesi daha
derinlemesine bir araştırmayı gerektirmektedir.
Daha çok Anadolu’da yaşayan Geygel çingenelerin dili gramer itibarı ile Türkçe’dir.247 Denizli’nin
Çivril bölgesinde yaşayan demirci Geygellerin dilinde çok sayıda Romani kökenli sözcüğe
rastlanmıştır. 248 Bu konuda inceleme yapan G. Lewis, daha önce derlenmiş olan Geygelli diline ait
sözcüklerden büyük bölümünün Romani’den etkilendiğini ortaya koymuştur.
243 a.g.e sf 98
244 Demir, Nurettin, a.g.e
245 Andrews, Peter, a.g.e, sf 95
246 Kenrick, Donald, a.g.e, sf 98
247 Demir, Nurettin, a.g.e
248 Andrews, Peter, a.g.e, sf 270

146
Geygelli dili büyük olasılıkla mevcut şekliyle Anadolu’da oluşmuştur. Bu grupta hakim olan çingene
grubu toplayıcılık kökenli Türkmen çingeneleridir. Buna karşılık Romani sözcüklerin ağırlıkta olması
bu grup içerisinde hatırı sayılır ölçüde Roman çingenesinin yer aldığını göstermektedir.
Varlıklarını dolaylı kaynaklardan öğrenebildiğimiz Banu Sassan çingeneleri, günümüzde ortadan
kaybolmuş eski bir çingene grubudur. Bu grubun konuştuğu dile Lugha adı verilmektedir. Lugha
günümüzde konuşulan Orta Doğu ve Orta Asya çingene dillerini etkilemiş güçlü bir dildir. 249
Lugha’nın gramer yapısı Arapça’ya dayanmaktadır. Kelimeleri çeşitli dillerden derlenmiştir.
Lugha, dilinin oluştuğu merkez büyük ihtimalle Arapça konuşulan bir coğrafyadır. Bu grubu oluşturan
ana çingene grubu ise toplayıcılık kökenli Arap çingeneleridir. Çok sayıda farklı çingene grubu ile
karıştıklarını düşünebiliriz.
Günümüzde Mısır’da yaşamakta olan kalabalık bir çingene grubu olan Helebilerin dili Sim’dir. Helebi
dili de Lugha gibi Arapça gramere dayanır. Sözcük yapısı değiştirilmiş Arapça kelimeler ve çeşitli
dillerden alınmış kelimelerden oluşmaktadır. 250
Helebi çingeneleri de muhtemelen büyük bir çoğunlukla toplayıcılık kökenli Arap çingenelerinin
torunlarıdır. Bu dilde ağırlığı yapısı değiştirilmiş Arapça kelimelerin oluşturulması farklı çingene
grupları ile sınırlı bir ölçüde karıştıklarını ortaya koymaktadır.251
4.3.5.2 İkinci Grup Çingene Dilleri
249 Kenrick, Donals, a.g.e, sf 98
250 a.g.e sf 103
251 Kenrick, Donald, ROMANİES İN THE MİDDLE EAST,
http://www.domresearchcenter.com/reprints/body3.html

147
Yukarıda sıraladığımız çeşitli çingene dilleri, gramer yapısının çingene olmayanların dilleriyle
benzeştiği, sözcük yapısının farklılaştığı dillerdir. Bunların yanı sıra gramer yapısı olarak da içinde
yaşadıkları ülkedeki çingene olmayanların dilinden farklılaşan çingene dilleri de vardır. Bildiğimiz
çoğu örnekte bunlar Kuzey Hindistan kökenli çingene gruplarıdır. Burada özel bir önem taşıdığı için
sadece Romani’ye değineceğiz.
Romani aynı zamanda; çingenelerin evrensel millet değil sıradan bir ön-millet olduğunu savunan
Hindistan merkezli göç teorisini savunanların en önemli aracı olmuştur. Tüm diğer çingene gruplarını
ve dillerini yok sayan yaklaşım; Romani’nin Hint dilleri ile bağlantısı üzerinden çingeneleri Hindistan
kökenli bir grup ilan eder. Oysaki yaptıkları sadece Romani çingenelerinin ataları arasında çoğunluğu
oluşturan Hint kökenli çingeneleri açığa çıkarmaktır. Bunu yaparken bile çok ciddi yanlışlara düşerler.
Burada aynı zamanda; Romani çingenelerinin tarihine ilişkin kendi yaklaşımımızı ortaya koyacağız.
Günümüzde, Avrupa, Anadolu ve kısmen Orta Doğu’da252 konuşulan bir dil olan Romani bu tarz
çingene dillerinin en bilinen ve üzerinde en fazla çalışılmış örneğidir. Bir Hint-Avrupa dilidir.253
Modern Hindu dilleri ile yakın benzerliği göze çarpar. Romani’de kullanılan pek çok sözcük bu
dillerde mevcuttur. Gramer yapısı Hindu dilleri ile paraleldir. Kelime haznesinin içinde; Ermenice,
Türkçe, Farsça ve çeşitli Avrupa dillerinden sözcükler bulunur.
Bu dilin günümüzdeki biçimiyle oluştuğu coğrafya Avrupa coğrafyası olmalıdır. Büyük bir toplumsal
hareketlilik sonucu Kuzey Hindistan’dan kopan çingene gruplarının uzun bir göç yolunu izleyerek
Avrupa’da buranın yerleşik çingene gruplarıyla kaynaşması sonucu ortaya çıkmış olması muhtemeldir.
Ne var ki bu dildeki, Türkçe, Farsça, Yunanca ve Ermenice kelimeler; göç yolu boyunca farklı çingene
grupları ile temas edilmiş olabileceğinin kanıtı olabilir. Bir başka açıdan bu dillere ait olan sözcüklerin
çingene olmayanlardan alınmış olması da muhtemeldir.
252 Kenrick, Donald, a.g.e, sf 103
253 http://www.llc.manchester.ac.uk/Research/Projects/romani/files/11_origins.shtml

148
Bu grupları yaşadıkları coğrafyadan sürükleyen hareket ne olmuş olabilir? Günümüzde çeşitli teoriler
ortaya atılmaktadır.
Bunlardan bir tanesi Hint hükümdarı Prithviraj Chauhan’ın Racput kabilelerini Müslüman işgalci
Muhammet Guri ile savaşmak üzere organize etmesi sonrasında yaşanan olayları kendisine temel alır.
Bu kabile organizasyonları, 12.yy’ın sonunda yaşadıkları yenilgi sonrasında 3 gruba ayrılırlar.
Bunlardan bir tanesi Avrupa’ya doğru uzun bir göç yolculuğuna başlar.
Bu savaşçı kabilelerin yanı sıra çok sayıda zanaatçı da onlarla birlikte hareket ederler. Günümüzdeki
Avrupa çingenelerinin ataları bunlardır.254
Bir başka kuram ise Hint hükümdarlarının, Gazneli Mahmut’un işgalci ordusuyla savaşmak üzere
çeşitli etnik topluluklardan kabileleri örgütlemelerini kendisine başlangıç noktası kabul eder. Bu
birlikler Mahmut’un ordusunu yenilgiye uğratıp onun peşinden batıya doğru gittiklerini ve hızlarını
alamayıp 1300’lerde Avrupa’ya kadar geldiklerini öne sürer.255
Son ve en mantıklı gözüken kuram ise bizim yaklaşımımızla uyum içerisindedir. 1018 ve 1019’da
Mahmut’un ordusu Hindistan’ın gelişmiş bir kentsel yerleşimi olan Kannauc’a büyük bir sefer
düzenler. Bu seferin sonucunda Kannauc’un halkı köle olarak satılır. Bunların arasında her meslekten,
her kesimden insan vardır. Bu teorinin güçlü dilbilimsel dayanakları vardır. 256
Hindistan’ın çeşitli bölgeleri arasında konuşulan çeşitli diller arasında büyük farklılıklar vardır. Buna
karşılık Romani’nin, farklı lehçeleri arasında Hint kökenli gramer yapısı ve Hint kökenli sözcükler
açısından büyük bir uyum vardır. Farklı lehçeler arasındaki ayrım daha çok Avrupa dillerinden gelen
etkilenmeler söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Buna göre Romani, Hindistan’da tek bir bölgeden
yola çıkarak yayılmış olmalıdır. Bir başka dilbilimsel kanıt; bütün Hint dilleri arasında üçüncü tekil
254 Kenrick, Donald, a.g.e, sf 20
255 a.g.e sf 21
256 a.g.e sf 122

149
kişi zamirinde iki cins ayrımının yalnızca Romani ve Braz dilinde olmasıdır. Bu dil Kannauc’a çok
yakın bir bölgede konuşulmaktadır. 257Bu ve benzeri dilbilimsel kanıtlar oldukça tutarlıdır. Romani
çingenelerini oluşturan Hint kökenli ana çingene grubunun Kannauc kentine yapılan bu seferle
köleleştirilenlerin arasından çıkmış olması mantıklı gözükmektedir.
Ne var ki her üç teori de, çok ciddi sakatlıklar taşımaktadır. Öncelikle ilk iki teoriye göre çingenelerin
ataları askerlerdir. Dünyanın her yerindeki çingene grupları çok çeşitli meslekler yapmaktadırlar.
Bunlar genellikle göçebe zanaatkarlığa dayanan, sepetçilik, elekçilik, kalaycılık, müzisyenlik gibi
işlerdir. Toplum yaşamları, kültürel özellikleri tamamıyla bu mesleklerin zorunlu kıldığı yaşam
biçimine göre düzenlenmiştir. Hiçbir çingene grubunun, asker ataların çocukları olduğunu gösteren bir
kanıt mevcut değildir. Tam aksine çingene toplulukları savaşçı özellikler gösteren çoban göçebelerden
rahatlıkla ayrılmaktadırlar. Günümüzde dahi; aşiret yapılarının mevcut olduğu savaşçı çoban
aşiretlerle çingene kabilelerinin farkları son derece gözle görülürdür. Çoban aşiretler kolaylıkla bir
araya gelerek savaşçı grupları oluşturabilmekte, buna karşılık çingene grupları böyle bir eğilim
içerisine girmemektedirler. Tarih boyunca çingene grupları, büyük ordularda demirci ve genel olarak
zanaatçı olarak yer almışlardır.
İkinci teoriyi ortaya atan araştırmacı, Romani’de çeşitli askeri terimlerin yer almasını bir kanıt olarak
ortaya koymaktadır. Ona göre bu terimlerin Romani’de yer almasının tek gerekçesi, atalarının savaşçı
Rajput kabilelerinin üyeleri olması olabilir. 258Oysa ki, bu çingene grupları eğer çeşitli ordularda
zanaatçı olarak yer almışlarsa, bu çeşit askeri terimler dillerine girebilir. Doğrudan doğruya savaşçı
kabilelerin mensupları olmalarına gerek yoktur.
Bu teorilerin bir başka sakat noktası; Romani çingenelerinin atalarını oluşturan Hint göçebelerinin
hareket biçimleri ile ilgilidir. İlk teoriye göre; bir Müslüman hükümdarın ordusu tarafından kovalanan
257 a.g.e sf 125
258 Hancock, Ian, THE EMERGENCE OF ROMANİ AS KOİNE OUTSİDE OF İNDİA, http://www.radoc.net/

150
savaşçı Hint kabileleri Avrupa’ya kadar gitmişlerdir. İkinci teoriye göre ise savaşçı Rajput kabileleri
Gazneli Mahmut’un ordusunu Avrupa’ya kadar kovalamışlardır.
Bu yaklaşımlar ister istemez insanı gülümsetiyor. Biraz tarih bilgisi; silahlı, savaşçı kabilelerin şu veya
bu gerekçeyle ellerini kollarını sallaya sallaya Avrupa içlerine kadar ilerleyemeyeceğini bize kanıtlar.
Eğer böylesi bir hareket gerçekleşmiş olsaydı; bu savaşçı kabilelerle yol boyu karşılarına çıkan çeşitli
topluluklar arasında çeşitli savaşlar yaşanmış olurdu. Biz de bunları tarih kaynaklarından takip
edebilirdik. Her halükarda böyle bir şey mümkün değildir.
Oysaki barışçı, zanaatçı çingene grupları; çok büyük bir tepkiyle karşılaşmadan çeşitli coğrafyalar
arasında hareket edebilirler. Girdikleri her yerde bölge halkıyla bir biçimde karşılıklı yararlılık ilişkisi
kurduklarından kabul edilmeleri çok zor olmayacaktır.
Üçüncü teori çok daha gerçekçidir. Buna karşılık, Romanların atalarını bütünüyle bir kent halkı olarak
görmeleri sorunludur. Bunların arasında üst kasttan soylular, yoksullar, alt kast üyesi yoksullar ve çok
sayıda başka grup vardır. Teoriye göre; bir şekilde bunların arasındaki bütün farklar ortadan kalkmış;
hepsi romanların ataları olan göçebe zanaatçılara dönüşmüşlerdir.
Hindistan çingeneleri ile burada yaşamakta olan çingene olmayan gruplar arasında çok sert sınırlar
vardır. Çingeneler, kast dışı kabul edilirler. Dokunulmaz olarak adlandırılırlar. Çingeneler tarafından
yapılan meslekler diğer gruplar tarafından kirli meslekler olarak kabul edilir. Hiçbir üst kast üyesi bu
meslekleri yapmak istemez.
Araştırmacı bu gerçekleri atlayarak, kapsamlı bir köleleştirme hareketinin tüm bu grupları çingenelerle
aynı kategoriye yerleştirebileceğini düşünmüştür. Oysaki kölelerin arasında bile büyük bir hiyerarşi
vardır. Kölelik kurumunun Orta Doğu’da kendine özgü bir anlamı vardır. Bu bilinmeden çingenelerle
köleleştirilen diğer unsurlar arasındaki farkı anlamak çok zordur.

151
Savaşçı, çoban aşiretlerden gelen kişiler; köleleştirildikten sonra devlet içinde yükselme şansları
vardır. Bu onların kişisel hırslarına ve savaşçılık yeteneklerine bağlı bir durumdu. Bu noktayı
aydınlatmak için pek çok teoride merkez konumda bulunan Gazneli Mahmut’un yaşamına kısaca bir
göz atmak yeterlidir.
Gazneli Mahmut; aslında Samanilerin Horasan kumandanı olan Alptekin’in kölesi Sebuktekin’in
oğludur. Alptekin’de Samanilerin kölesi olarak onların yanında yetişmiş, savaşçı karakteri ile hızla
yükselmiştir.259Sebüktekin kısa zamanda güçlenerek Hindistan’a ilk seferleri yapmıştır. 260 Sultan
Mahmut babasının tahtına oturduktan sonra hızla etki alanını genişletti. Güçlü ordular kurdu.
Ordusunda çok sayıda köle asker yer almaktaydı. Bunlar arasında çok sayıda Hint kökenli köle asker
de vardı. 261
Görüldüğü gibi köleler, devlet kurabilmekte ya da büyük komutanlar olabilmektedir. Orta Doğu’da
çok sık görülen bir gelenektir bu. Alptekin, Sebuktekin’i köle olarak almıştı. Bizim konumuz
açısından önemli olan; köleleştirme faaliyetinin sonuçlarının herkes için aynı olmayacağıdır.
Kannauc’un asilleri, üst kast üyeleri, şehri çevresinde yaşayan savaşçı göçebe aşiretlerin mensupları
için köleleştirmenin sonuçları, Kannauc çingeneleri için olduğundan bütünüyle farklı olacaktır.
Ataerkil, çoban bir kabile; kendi içerisinde savaşçı özellik gösteren kan bağıyla bütünleşmiş gruplar
olan asabiyetleri barındırır. Asabiyetler bu özellikleriyle çevrelerindeki asabiyetleri, kabileleri ve hatta
devletleri hedef olarak görerek onlarla büyük bir savaşın içerisine girerler. Bu savaşın temelde amacı;
temel ekonomik faaliyet olan çobanlık için gerekli yeni otlak alanlarını ele geçirmektir. Eğer
karşılarına güçlü bir devlet çıkarsa onu yenmeleri mümkün değildir. Bu durumda söz konusu devlet;
savaşçı özelliği ile kullanabileceği asabiyeti köleleştirir. Bu asabiyetin kimin mensuplarını önemli
konumlara getirir. 262
259 Nizamülmülk, Siyasetname, dergah yayınları, sf 152
260 a.g.e sf 165
261 a.g.e sf 146
262 İbn-i Haldun, a.g.e, sf 451-452

AYÇA TELIRMAK

 

Kadınların, bir başına kadınların, yoksun bırakılmışların, içine yanmışların, kabuğuna mahkûmların hikâyelerini anlatmaya yola çıkmıştık Ayça’yla. Cümlelerimiz billurlaştıkça, cesaret bulduk, o küskün, terk edilmiş, kovulmuş dokularımızdan, söz çıkarttık, şiir çıkarttık… Hayatın tüm ıskalarına yeniden nişan alır gibi… Sanki sil baştan başlar gibi…
 
Oyuncunun hayat hikayesi sahnenin örsünde şekillenir. Övüncü bir avuç alkış, bir de başını yastığa koyduğunda gözlerine oturacak huzurlu bir uykudur. Ayça sonsuzluğa gitti. Apansız, yaka kavura…
 
Kulis aralarından, kumaş kıvrımlarından, sahne karanlıklarından süzülen anılarıyla baş başayız şimdi. Onun adına, onunla birlikte.
 
Huzurla uyu Ayça Telırmak.

 
 
İSTANBUL EFENDİSİ
 
İSTANBUL EFENDİSİ
Musahipzade Celal' in ünlü klasiği İ.B.B. Şehir Tiyatroları sahnelerinde...



																	
TARLA KUŞUYDU JULİET
 
TARLA KUŞUYDU JULIET
Ephraim Kishon' dan Romeo ve Jüliet üzerine eğlenceli bir fantazi.




																	
DEFTER
 
 
 
Bugün 21 ziyaretçi (33 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol